hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Kader ve Rızık Kader ve Tevekkül

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Kader ve Rızık Kader ve Tevekkül 2duy3hj

Kader ve Rızık Kader ve Tevekkül Empty
MesajKonu: Kader ve Rızık Kader ve Tevekkül   Kader ve Rızık Kader ve Tevekkül EmptyC.tesi Haz. 05, 2010 9:26 am

Kader ve Rızık


Özellikle yiyecek ve içecek cinsinden Allah'ın canlıya ihsan ettiği her
besleyici şey rızıktır. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli açıklamalar bu
tanımı kanıtlamaktadır:


“Allah'tır ki sizi yarattı; Sonra sizi besledi; Sonra sizi öldürecek;
Sonra sizi diriltecektir.” (30/Rûm, 40) “Nice canlı vardır ki rızkını
taşıyamaz. Onları da sizleri de besleyen Allah'dır. O, tümü duyandır,
tümü bilendir.” (29/Ankebût, 60) “İnkâr edenlere dünya hayatı parlak
gösterilmiştir. Onlar mü’minlerle alay ederler. Oysa sakınanlar, kıyamet
gününde onlardan üstündürler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.”
(2/Bakara, 212)


Rızık da her olay gibi kaderin kapsamına girer. Çünkü canlının hangi
şartlarda, nerede, nasıl, hangi yollarla ve ne gibi bir besin maddesini
alacağı ve ondan nasıl yararlanacağı ezelde Allah tarafından
bilinmektedir. Dolayısıyla onun, yiyecek ve içecek maddesi olarak bir
şeyi alması, kazanması ve onu tüketmesi, yaşadığı diğer olaylardan
farklı bir şey değildir. Ne var ki, insanın örneğin, ağzına koymak üzere
eline aldığı bir lokmayı herhangi bir nedenle yiyememesi, insanlar
arasında öteden beri çok farklı bir olay gibi algılanmış, bu nedenle de
yiyilip içilen şeylerin rızık adı altında özel bir konu olarak işlenmesi
âdet olagelmiştir. Bu konuda olup bitenler arasında gerçekten de insanı
şaşkınlık içinde bırakan bazı olaylar yaşanmıştır.


Örneğin, bir çocuğun, tam ağzına koymak istediği et lokmasının, o sırada
kedi tarafından kapılması, ya da elindeki süt bardağının devrilmesi
belki pek şaşırtıcı değildir. Ama kazılar sırasında çıkarılan bir insan
kafatasının dişleri arasında henüz çürümemiş bir darı tanesi şaşkınlık
içinde seyredilirken, kenara konduktan az sonra bir kuş tarafından
gagalanarak kapılması daha büyük bir şaşkınlığa yol açabilmiştir. Bu da
rızık meselesinin kader olayları arasında özelleştirilmiş bir konu
olarak işlenmesine neden olmuştur. Halbuki rızık da, yaşanan diğer bütün
olaylar gibi kaderin sıradan bir parçasıdır. Öyle ki, haram lokma da
rızıktır.


Örneğin hırsızlık malı bir yiyeceğin, gerek hırsız tarafından bilinçle
yenmesi, gerekse -farkında olunmadan - diğer biri tarafından yenmesi
arasında kader açısından hiç bir fark yoktur. Haram ya da helâl, ikisine
de yedikleri nasip olmuştur. İkisi de kendi irâde ve seçimleriyle bu
fiili işlemişlerdir. Aralarındaki fark: Hırsızın sorumlu, diğerinin ise
mâsum olmasıdır. Bu ise yenen şeyin, kader ya da rızık olmasıyla
çelişmez. Daha doğrusu böyle bir olayın, Kur'ân'ın üslûbu dışında
“rızık” olarak adlandırılmasının hiç bir özelliği yoktur. Çünkü kişinin
bir şey yiyip içmesi ile onun, giyinip kuşanması, yürümesi, okuması, ya
da herhangi bir hareket yapması arasında kader bakımından hiç bir fark
yoktur.


Mu'tezilîler bu noktada da Ehl-i Sünnet'ten farklı düşünmüşlerdir.
Onlara göre haram lokma rızık değildir. Çünkü "Allah, kötülüğü ve
yasaklamış olduğu davranışları yaratmaktan münezzehtir." Bu nedenle
rızık için “Allah'ın, insanı yararlanmaktan yasaklamadığı şeyler" diye
spekülatıf bir tanım yapmışlardır. Halbuki insanlar, Allah'ın
yasakladığı birçok şeyleri de yiyip içmekte ve bunlardan yasaklı
yollarla yararlanmaktadırlar. Dolayısıyla bu tanımın tutarsız olduğu
açıktır.


Aslında rızık meselesinin taşıdığı önemi, onu, kader zinciri içinde pek
anlamı olmayan yorumlarla özel bir konu haline getirmekte aramamak
gerekir. Fakat rızkın asıl başka yönden taşıdığı bir önem vardır. O da
şudur: Allah (cc), rızkın yaratıcısıdır, kişi ise onu, kendi irâdesiyle
arayıp kazanandır. Helâli de haramı da hikmetiyle yaratan Allah, insana
neyin helâl, neyin haram, neyin iyi, neyin kötü, neyin serbest ve neyin
yasak olduğunu açıklamış, ancak onu, istediğini seçmekte özgür bırakarak
ileride kendisini hesaba çekmek üzere de sorumlu tutmuştur (5/Mâide, 4;
16/Nahl, 114-116).


Rızık hakkında bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Kişi,
bilgisini, enerjisini ve imkânlarını seferber ederek, çalışıp didinmek,
çabalayıp rızkını aramak ve bununla birlikte olanca dikkatiyle
helâlinden kazanmak durumundadır. Bu, hem iman, hem ahlâk, hem de hayat
açısından zorunludur. Yani kişi her şeyden önce helâla helâl, harama da
haram olarak inanmalı, bu iki şeyi vicdanında asla bir tutmamalıdır;
Buna bir toplum baskısı ya da bir gelenek diye değil, bir Kur'ân gerçeği
olarak inanmalıdır (16/Nahl, 116). İnsanın böyle bir inançla rızık
arayışı içine girmesi ise hem bir ahlâk gereği hem de yaşayabilmek için
kaçınılmaz bir zorunluluktur.


Çalışmakla rızık arasındaki ilişkiye gelince bu nokta, akılları durduran
bir sırla örtülüdür. Bu gizemi sonsuza dek hiç kimse çözemeyecektir.
Çünkü bu dünyada canının fedâ edercesine çalışıp çabalayan, akıllı,
zeki, bilgili, atılgan, enerjik ve ahlâklı insanlar vardır ki, hayatları
boyunrca bir türlü iki yakaları bir araya gelmez. Aynı zamanda öyle
tembel, sünepe, mendebur, geçimsiz ve ahlâktan yoksun kimseler de vardır
ki, nimet ve servet içinde âdetâ yüzerler.


Öyle ise akıl, zekâ, enerji, disiplin, dürüstlük, ya da iman ve ahlâk
ile rızık ilişkisinin arka planını deşmek veya merak etmek yerine, Allah
(cc)'ın, insanlara uyguladığı bu gizemli sınavdan ibret almak ve bu
sınav için hazırlıklı olmak daha doğru olur. (4)

Tevekkül; “Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir” Demek midir?


"Kısmetimde varsa, rızkım ayağıma gelir" diyemeyiz. Kısmeti ayağına
gönderilenler, kendi imkânlarıyla rızıklarını elde edemeyenlerdir.
Mesela, hareketi sınırlı mikro organizmalar, insan ve hayvan yavruları
ki bunlar anaları babaları tarafından beslenir. Yetişkin ve sağlıklı bir
insan, çalışarak rızkını elde edecek yeteneğe sahip kılınmıştır. O
yüzden kendi gayretiyle rızkını elde etmek zorundadır. Allah'ın koyduğu
nizam budur. Peygamber Efendimiz: "Sizler, gereği gibi tevekkül
etseydiniz, (sabahleyin) aç olarak gidip (akşam) tok olarak dönen kuşu
rızıklandırdığı gibi, Allah elbette sizi de rızıklandırırdı."
buyurmuştur. Yani kuş, nasıl rızkını aramaya gidip bulmuş ve ondan
yararlanmış ise, siz de Allah'a güvenip kuş gibi rızkınızı elde etmeye
uğraşırsanız sizi de rızıklandırır buyurmaktadır. Demek ki rızkın temin
edilmesi; aranıp bulunmasına, çalışıp elde edilmesine bağlıdır. Rızkı
ayağına gönderilen-ler; bağırsaklarımızdaki saprofitler, vücudumuzdaki
mikroplar, uzuvlarımızı oluşturan hücreler, yapraklarda yaşayan ufak
böcekler gibi, kendi gayretiyle bunu elde edemeyecek olanlardır. Yoksa,
bu imkâna sahip kılınmış olan canlılar; arayıp bulmak, kendi gayretiyle
elde etmek zorundadır. Allah, işlerini koyduğu nizam ve kanunlar
çerçevesinde yürütmekte olup hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Biz
bunların tâbi olduğu nizam ve kanunları öğrenirsek, hareketlerimizi
onlara uydururuz. Gerisi kendi bileceği iştir. O kısma bizim aklımız
tümüyle ermez. Diler, rızkımızı çoğaltır; dilerse azaltır. İşte,
bilmediğimiz; bunu nasıl yaptığıdır. Çalışma, ilk planda gelir, ondan
sonrası tevekkülle Allah'a bağlanmaktır.


Rızık temin etme yollarını, meşru hudutlar içinde aramalıdır. Rızık elde
etme yollarından herhangi birisinin ihmali, mü'minleri zor duruma
düşürür. Zira her mü'min, kendi rızkını temin ederken, diğer mü'minlerin
menfaatine olan hizmetleri de üretmek durumundadır. Ancak en efdal ve
en temiz olan rızık elde etme yolunun cihad olduğu unutulmamalıdır.
Nitekim Peygamberi-miz: "Faiz yemek için hileli yollara saptığınız,
öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatle geçindiğiniz ve cihadı
terkettiğiniz zaman, Allah Teala, üzerinize zilleti musallat kılar.
Dininize dönmedikçe o zilleti üzerinizden sıyırmaz." (Ebû Dâvud, K.
Büyû, c. 3, s. 740) diyerek, cihadın asla terk edilmemesini ısrarla
tebliğ etmiştir.


Rezzâk (Rızık Veren) Allah'tır: Rezzâk; Çok rızık veren, yeteri kadar
rızıklandıran anlamında ra-ze-ka fiilinden türemiş mübalağa ile ism-i
faildir. Rezzâk, Allah Teala'nın Kur'an ve hadislerde zikredilen
esmaü'l-hüsnasındandır. "Muhakkak Allah rezzak (gerçek rızık veren) dır.
O pek çetin kuvvet sahibidir." (51/Zâriyât, 58)


Beslenerek yaşamaları için bütün canlıların rızıklarını veren yalnız
Allah Teala'dır. O'ndan başka rızık veren yoktur. "Yeryüzünde bulunan
bütün canlıların rızıkları ancak Allah'a aittir." (11/Hûd, 6) "Nice
canlı mahluk vardır ki rızkını kendisi taşımıyor. Ona da size de rızkı
Allah veriyor." (29/Ankebut, 60) "Yerde ve gökte Allah'tan başka sizi
rızıklandıran bir yaratıcı var mıdır?" (35/Fâtır, 3)


Gerçekde rızkı yaratan ve rızıkları kullarına ihsan eden Allah olduğu
halde, Kur'an'da "Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (62/Cum'a,
11) buyrularak, bazı kimselere; fakirlere yiyecek vererek veya gıda
alacakları parayı infak ederek onların rızıklanmalarına sebep oldukları
için mecazen "râzık" (rızık veren) denilmiştir. Yüce Allah'ın
hayru'r-râzikıyn (rızık verenlerin en hayırlısı) olması da şu anlamda
kullanılmıştır: Rızık, Allah'tan istenmeli. O nasib etmeyince,
sebeplerin hiçbir faydası olmaz. Ticaret ve en ileri seviyedeki teknik
sebepler gibi esbabın ötesinde Yüce Allah'ın öyle rızık kapıları vardır
ki bunlar kapanınca, bütün sebeplerin tesirleri de kapanır. Ancak o
hakiki müessir, müsebbib ve rezzâktır. Ondan başka gerçek anlamıyla
rızık verecek râzık yoktur.


Allah'a tevekkül edip O'ndan istemekle beraber, O'nun takdir ettiği
rızkı elde etmek için bunu aramak, çalışmak ve yeryüzünde dolaşmak
lazımdır. "O (Allah), yeri size musahhar kıldı (boyun eğdirdi). O halde
onun omuzlarında (köşe ve bucağında) yürüyün. Allah'ın rızkından
yiyin..." (67/Mülk, 15)


Rızık; bedenlere ait maddî rızık ve ruhlara ait manevî rızık olmak üzere
iki çeşittir. İnsanlar dahil bütün canlı bedenlerinin rızıkları,
yiyecek içecek gibi şeylerdir. Bunlar da Yüce Allah'ın yarattığı bitki
ve hayvanlardan temin edilir. İnsan ve cin ruhlarının rızıkları ise,
saadete eriştiren bilgilerdir. Bu manevî rızıkların en şereflisi de
ma'rifetullah, yani Allah'ı bilmektir. Bundan sonra diğer iman
esaslarına dair bilgiler, Allah'a ibadet, kullarının haklarına riâyet ve
güzel ahlakı tanıma bilgileri gelir. Bütün bunların semeresi, ebedî
hayat saadetidir. Bedenlerin rızkı olan zahirî rızkın semeresi,
bedenlerin kuvvetlenmesi ve ölüm zamanına kadar yaşamanın sağlanmasıdır.



Rezzâk ism-i şerifinden kulun alacağı hazz ve nasibin önemlileri üç
kısımda değerlendiri-lebilir:


1- Kulun, istediği rızıkları talep etmesi için, helâl yollardan
sebeplerine yapıştıktan sonra, Rabbine müracaat etmesi lazımdır. Yani
fiilî duasını yaptıktan (rızık aramak için çalıştıktan) sonra, kavlî
duasını dille ve gönülle yapması gerekir. Hz. Musa, "Rabbim, kendini
bana göster, sana bakayım" (7/A'râf, 143) diyerek manevî makamların en
büyüğünü Rabbinden istediği gibi; acıktığında bedeninin ihtiyacı olan
rızkı da "Rabbim, bana hayırdan (mal ve rızıktan) hangi şeyi indirirsen,
gerçekten ben ona muhtacım!" (28/Kasas, 24) diyerek Allah'tan maddî
rızık talep etmiştir.


2- Sebeplerine yapıştıktan sonra, rızıkları taksim eden Allah'ın
taksimine râzı olup kanaat etmek ve O'na şükür ve hamd etmek lazımdır.
"O halde bütün rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na
şükredin." (29/Ankebut, 17)


3- Allah'ın rızık hazinesinden kendisine verdiğini, emrettiği şu şekilde
Allah yolunda infak etmelidir. "Onlar ki infak ettikleri vakit ne israf
ederler, ne de cimrilik yaparlar. Allah yolunda infakları ikisi
arasında ortalama olur." (25/Furkan, 67)



Her insanın, kâfir de olsa müşrik de olsa rızkı Allah'a aittir. Allah
bütün canlılara yetecek miktarda rızık yaratır. Ama bazan yeryüzündeki
zalim ve zorbalar, kapitalist sömürücüler, mustaz'af insanların
haklarını gasbetmeye yeltenirler. Onların da esas cezası Allah'a aittir.



"Yeryüzünü size boyun eğdiren (istifadeniz için itaatli kılan)
Allah'tır. O halde yeryüzünün sırtlarında dolaşın da Allah'ın size ihsan
ettiği rızıklardan istifade edin." (67/Mülk, 15) Yeryüzünün insana
boyun eğmesi; işlenmeye ve verimli kılınmaya müsait oluşudur. Faydalı
olan nimetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve Allah'ın ihsan ettiği
rızıkları temin etmek, insanların önemli faâliyet sahalarıdır. Ziraat,
ticaret, zanaat ve diğer faâliyetlerin sebebi, yeryüzünde mevcut olan
nimetlerin ve rızıkların ortaya çıkarılmasıdır. Dolayısıyla rızık
kavramı, insan hayatında önemli bir yere sahiptir.


Bazı müslümanlar rızkı, taleb edip sebeplerine yapışmaya lüzum kalmadan,
önüne konacak şeyler zannetmektedir. Halbuki rızık, mahlukatının
yararlanması için Allah'ın yarattığı şeyler olup, elde edilmesi sarf
edilecek gayrete bağlıdır. Her canlının rızkının belli oluşu, onun ne
yapıp, rızkını nasıl ve ne miktarda sağlayacağının bilmesinden dolayı
kaydedilmesidir. Armut piş, ağzıma düş anlamında değildir rızık.
Kimsenin bir başkasının rızkını elinden alamayışı da bu kayda uygun
düşmesi zorunluğundandır.


Rızık Kazanmak İçin Çalışmak: Allah’ın, kullarını rızıklandırmadaki
sünneti’nin, kazanma sebeplerine tutunmalarıyla bu rızkı onlara
ulaştırması ve bu sebeplere yapışmayı onlara emretmesi tarzında olduğunu
belirtmiştik. Yeryüzünün çeşitli bölgelerine gitmek de bu
sebeplerdendir. “O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında
yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin.” (67/Mülk, 15). Yani, yeryüzünün
dilediğiniz değişik cihetlerine seyahat veya göç ederek yolculuğa
çıkınız. Ticaret ve kazanç konularında çeşitli iklim ve bölgelerini
dolaşınız. Allah, yeryüzünü yumuşak yaratmıştır. Öyle ki onda
yürüyüşünüz, araçlarla yolculuğunuz çok kolay olmaktadır. Ve Allah’ın
rızkından yiyin. Yani, Allah’ın sizi nimetlendirdiği şeylerden istifade
edin. Rızık kazanmada sebeplere tutunmanın müstahap olduğuna bu âyet
delildir. Bu konuda hadis-i şerif de şöyledir: “Gerçekten Allah, çalışıp
kazanan mü’min kulunu sever.” (İbn Kesir, c. 4, s. 397)


Çalışmak, rızık kazanmak ve rızkın insanlara ulaşması için alışılagelen
bir yoldur. Çalışmak, odun toplamak gibi her ne kadar zorlu bir gayret
olsa da, müslümanın çalışmaya gücü oldukça, insanlardan sadaka
istemesinden, dilenmesinden hayırlıdır. “Sizden birinin ipini alarak
odun demetini sırtlanıp onu satması, -Allah onu dilencilikten korusun-
versinler, vermesinler dilenmesinden daha hayırlıdır.” (Askalâni, S.
Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335)


Rızık kazanmak için çalışmak ve sebeplerine sarılmak, tevekküle aykırı
değildir. “Eğer hakkıyla Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, aç çıkıp tok
dönen kuşlar gibi rızıklandırılırdınız.” (Ahmed b. Hanbel) Ömer b.
Hattab (r. a.) bir topluluğa uğradı ve onlara “siz kimsiniz?” diye
sordu. Onlar da: “Biz mütevekkil (tevekkül edici)leriz” dediler. O da;
“Hayır, siz müteekkil (yiyici)lersiniz. Mütevekkil, tohumunu saçan ve
sonucunu Rabbına havale eden insandır.” buyurdu. (Tefsir-i Âlûsi, 29/19)


Ahmed bin Hanbel, evinde veya mescidde oturup “ben çalışmam, nasıl olsa
rızkım ayağıma geliyor” diyen adam hakkında sorulunca şöyle demişti: “O,
ilimden yoksun cahil adamdır. Oysa Rasulullah (s.a.s.) “Allah, rızkımı
mızrağımın ucunda yaratmıştır.” buyurdu. (Askalani, S. Buhâri Şerhi, c.
11, s. 305-306)


Açgözlülük yapmadan, kimseye zulmetmeden ve insanlara yüzsuyu dökmeden
mal ile rızıklandırılan kimsenin malı hakkındaki Sünnetullah, o mala
bereket verilmesi tarzında cereyan eder. “Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır.
El açıklığıyla onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara
zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip
doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” (a.g.e.
3/335) Hadiste malı, mala rağbeti ve insanların ona olan hırsını,
lezzetli yeşil bir meyveye benzetiş sözkonusudur. Çünkü kuruya nisbetle
yeşil (taze), tek başına arzulanan niteliktedir. Hadisten anlıyoruz ki,
mal elde edip de onu şerre alet etmeyenin, yani insanlardan istemeden,
yüzsuyu dökmeden kazananın malına bereket verilir. İnsanlara sataşmak,
üstünlük taslamak (müstekbir, kapitalist, sömürücü olmak) ve bu yönde
aşırı istekli olmak ise malın bereketini kaçırır. “Bereket verilir”
demek, bir şeyde ilahî hayrın var olması demektir. Bereket; hiç
umulmadık yerden, bilinmedik şekilde ve görülmedik biçimde ilahî hayrın
ulaşması demektir ki gözle görülenin de görülemeyen, hissedilemeyen
artışı vardır. İşte o mübarektir, onda bereket vardır. Kur’an’ın
belirttiği gibi zekâtı, sadakası verilen mal, gözle görülür biçimde
azalmaz; aksine bereketlenir. (Bkz. 2/Bakara, 276)

Kader ve Tevekkül


“Tevekkül”, öteden beri amaçlı ve tek taraflı yorumlara konu olmuş bir
kavramdır. Bunun nedenini, yalnızca tevekkül sözcüğünün verdiği esnek
anlamda değil, bu anlamın insanlar tarafından çarpık algılanmasında
aramak gerekir. Çünkü tevekkülü, kimileri kasıtlı, kimileri de kasıtsız
olarak yanlış yorumlamışlardır. Böylece bu kavram hakkında ikisi yanlış,
biri ise doğru olmak üzere üç ayrı düşüncenin var olduğunu
söyleyebiliriz.


Bu çarpık yorumlardan birincisi, İslâm’a ve Kur’ân’a karşı önyargılı
olanlara aittir. Daha çok şartlanmışlık etkisiyle İslâm'a karanlık
bakanlara göre tevekkül, kelimenin tam anlamıyla; "her şeyi boşvermişlik
demektir. Bu da tembel, miskin, amaçsız ve idealsiz insan tipinin hayat
anlayışıdır. Bu anlayışın kaynağı ise Dindir." Tabiatıyla dinden
İslâm’ı amaçlamaktadırlar.


Bu görüşün doğruluk derecesini anlayabilmek için Kur'ân-ı Kerim'i
incelemek yeterlidir. Gerçekte de Kur'ân-ı Kerim, bütün emir ve
yasaklarıyla ve birçok öğütleriyle müslüman kişiye aktif, hareketli,
dinamik ve üretken olması için ruh vermektedir. İslâm'ın ahlâk
değerlerinden ilham alarak yola çıkan müslümanların tarihte elde
ettikleri başarılar ve zaferler, sanat ve bilim alanında
gerçekleştirdikleri eserler de onların tevekkül anlayışının böyle
olmadığını ayrıca kanıtlamaktadır. Tevekkülü, her şeyi boşvermek gibi
yorumlayanların yanıldığını kanıtlayan bir gerçek de onların bu kavramı
yorumlarken hiç bir kaynağa dayanmamış olmalarıdır. Nitekim:


“Bu kelimenin mânâsı: Her şeyi kadere ve kısmete bağlayarak gayret
harcamadan tam bir tevekkül içinde yaşamak demektir” (Meydan Larousse,
Tevekkül Maddesi, H. Rahmi Gürpınar’dan naklen) diyen bir yazar bu
tanımı neye dayanarak yaptığını açıklamamıştır, Çünkü açıklayamamıştır.
Ayrıca bu tanımda şöyle bir çelişki vardır: "Her şeyi kadere bağlamak"
ile "gayret harcamadan yaşamak" birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü her
şeyi kadere bağlamak sanıldığı gibi boşvermişlik değil, bilakis Allah'ın
ezelde her şeyi bildiğine inanmaktır. Bu ise, imanın şartlarındandır.
Dolayısıyla Allah (c.c.)'ın ezelde her şeyi bildiğine inanmayan insan
zâten mü’min değildir. "Gayret harcamadan yaşamanın" ise "her şeyi
kadere bağlamak"la hiç bir ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa bazı kimselerin
bilgisizlikten kaynaklanan kişisel görüşüdür. Kişisel görüşlerin ise
Kur'ân'ın evrensel değerlerini anlatmak için bir kaynak ya da bağlayıcı
bir kanıt olamayacağı açıktır.


Tevekkül konusundaki yanlış görüşlerden ikincisi ise bazı mistiklere
aittir. Bu görüşün temeli, eski stoacı Yunan filozoflarından Antistenes
ve Sinop'lu Diogenes’in düşüncelerine kadar dayanmaktadır. Roma
döneminde de Epiktetos'un ihyâ ettiği bu düşünce İslâm’ın gelişinden
sonra bazı tasavvufçular tarafından benimsenmiştir. “Kinizm” denen bu
felsefenin zâten adı üstündedir. Çünkü kinik yaşam tarzı, köpek gibi
yaşamak demektir. Bu anlayışa göre: Nasıl ki köpeğin, çalışmak gibi bir
gâilesi, bir endişesi ve geleceğe dönük bir amacı ve ideali yoksa
-sözde- insan da böyle olmalıdır; Mutluluk böyle bir yaşam tarzıyla
ancak elde edilebilir. Tabiatıyla bir kısım tasavvufçular Helen kökenli
maddeci filozofların bu görüşünü İslâm toplumuna sunabilmek için onu
kendilerince İslâmlaştırmış ve bunu da tevekkül kavramını yorumlayarak
yapmışlardır.


Tevekkül hakkındaki bu anlayışın yabancı kaynaklardan sızdığı,
İslâm'daki tevekkülün ise bu olmadığı noktasında İslâm âlimleri görüş
birliği içindedirler. Tevekkül kavramının en doğru anlamını Kur'ân-ı
Kerim vermektedir. Bunu, özellikle şu âyetten çok iyi anlıyoruz: “Eğer
kaba, katı yürekli olsaydın (dava arkadaşların) çevrenden dağılacak
gideceklerdi. Öyle ise onları bağışla, onlar için Allah'dan af dile (Bir
iş için) karar verdiğinde Allah'a tevekkül et.” (3/Âl-i İmrân, 159)


Bir iş için karar vermek, o konuda gerekli önlemleri almak ve ön
hazırlıkları yapmakla olur. Bu zâten doğal bir şeydir. Nitekim
insanların, işlerine güçlerine gitmeden önce yanlarına birtakım
kanıtlayıcı belgeler almaları, araç ve gereçler, ihtiyaç duydukları
para, malzeme, silâh, ilâç, koruyucu madde, yiyecek ve içecek gibi
şeyleri taşımaları, iş yerlerinde güvenlik önlemleri almaları hep bu
gerçeği kanıtlamaktadır. Herhangi bir konuda karar veren aklı başında
bir insanın, o işten beklenen sonucu alabilmek için gerekli ön
hazırlıkları yapmış olması en mantıklı şeydir.


Dikkat edilecek olursa, yukarıda sözü edilen âyet-i kerimede iki önemli
nokta vardır. Bunlardan birincisi karar vermek, ikincisi ise Allah'a
tevekkül etmektir. Ancak “tevekkül etmek” âyet-i kerimedeki ifade içinde
karar vermeye, (hatta bir anlamda önlem almaya bağlanmış) ve ondan
sonra söz konusu edilmiştir. Bu da kişinin boş yere, gaflet içinde ve
bilinçsiz oalarak Allah'a tevekkül edemeyeceğini kanıtlamaktadır. İnsan
elbette ki önce bir şey planlamış olmalı ve bunun için birtakım
hazırlıklar yapmış, önlemler almış olmalıdır ki gerisini Allah Teâlâ'ya
bırakması bir anlam ifade etsin. Bu ölçüler içindeki gerçek tevekkülün
aykırı şekline ise “tevâkül” denir.


İnsanın bu dünyadan nasibini alabilmesi için sebeplere sarılması
konusunda ilâhî öğüt vardır (28/Kasas, 77; 53/Necm, 40; 67/Mülk, 15).
Ancak Allah Teâlâ mü’min kişiye, alacağı bütün önlemlerden ve yapacağı
bütün hazırlıklardan sonra yine de işini O'na havâle etmesini emretmiş,
“Eğer mü’minseniz Allah'a tevekkül ediniz.” (5/Mâide, 23) buyurmuştur.
Çünkü şu bir gerçektir ki, insan ne kadar tedbirli ve hazırlıklı olursa
olsun Allah eğer dilerse onun bütün tedbirlerini ve hazırlıklarını boşa
çıkarıp işini gücünü altüst edebilir; Bunu, hikmetinin ve takdirinin bir
sonucu olarak yapabileceği gibi, kendine ve aldığı önlemlere güvenen
gâfil insana bir ceza olarak da yapabilir. Şu halde yapılacak bütün
hazırlıklardan ve alınacak bütün tedbirlerden sonra Allah'a tevekkül
etmek İlâhî bir emirdir. Mü’minin, gaflet içinde olmadığının da ayrıca
kanıtıdır. İşte Kur'ân'ın bize öğrettiği ve öğütlediği tevekkül budur.

Allah el-Vekîl’dir, Kendisine Dayanılıp Güvenilmesi Gereken Tek Zâttır


Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden öğrendiğimiz Allah Teâlâ’nın mübârek
isimleri bizim O’nu daha iyi tanımamıza yardımcı olurlar. Aslında,
Esmâü’l-Hüsnâ’nın çoğu, biraz düşünüldüğünde tevekkül kavramıyla alâkası
kurulabilir. Ama, bunlardan bazılarının tevekkül kavramıyla daha çok
yakın ilgisi vardır. Konumuzla ilgisi bakımından Allah’ın isimlerinden
el-Vekîl ism-i şerîfinin mânâsı: El-Vekîl ism-i şerîfi, Arapça’daki
kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir.
Kur’an’da on dört yerde el-Vekîl ismi zikredilmekte olup bunun mânâsı:
"İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip,
onların yapabileceğinden daha iyisini temîn eden." şeklindedir.
"...Allah’a tevekkül et; vekîl olarak Allah yeter." (4/Nisâ, 81;
33/Ahzâb, 3)


Kendisine iş ısmarlanan kişiye vekil denir. Bilindiği gibi vekil
yapılacak kişinin, vekil olacağı iş hakkında yeterli derecede bilgi
sahibi olması, o işi yapmaya gücü yetmesi, kendisini vekil edenin her
bakımdan güvenine lâyık olması gerekir. Şu halde tevekkül, emin ve
kuvvetli bir vekile güvenerek, işlerini ona bırakmaktır.


Yüce Allah, kendisine hakkıyla tevekkül edenlerin işlerini en iyi bir
neticeye ulaştırır. Gerçi O’na hiçbir şey vâcip değildir; O, hiçbir şeyi
yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir; O’nun irâdesi çerçevelenemez,
isterse yapar; istemezse O’na bir işi zorla yaptıracak yoktur. Fakat
O’nun râzı olacağı şekilde işler kendisine bırakılırsa, hayırlı ve kârlı
olanı yapar; âdeti ve hikmeti budur. Gerçek vekil ancak Allah-ü
Teâlâ`dır. Çünkü her işi bütün sırlarıyla bilen ve her zorluğu açan
yalnız O`dur. (Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Sehâ Neşriyat,
1993, s. 147)

İnsanın Tevekküle İhtiyacı


Bir insanın gerek şahsıyla ilgili konularda, gerek aile işlerini
idârede; çocukların terbiyesinde, sağlık konularında; bir tüccarsa
ticârî ilişkilerinde veya bir memursa resmî işleri etrafında, kısacası
hangi meslektense ona göre iş ve gücünün her gün çeşitlenen pürüzleri
karşısında, kâr-zarar düşünülerek, işler ne kadar hesaplı tutulursa
tutulsun, yine de insanın karşısına hiç hesapta olmayan şeylerin çıktığı
görülür. Alınan tedbirler, yapılan istişâreler hatır ve hâyâle gelmedik
nice sebepler yüzünden hükümsüz kalabilir. Yerden, gökten beklenmedik
nice âfetler; insan gücünün, fen kudretinin önleyemeyeceği nice engeller
belirir veya insanlarla olan ilişkilerimizde bizim düşündüğümüzün
dışında, umulmadık gelişmeler meydana gelir ve böylece bütün hesaplar
alt üst olabilir, bütün hayaller suya düşebilir.


İşte bu sebeplerden dolayı, isteklerimize ulaşmak için elimizden gelen
bütün gayreti sarf ederek çalışıp çabaladıktan sonra, ilerisi için telaş
ve heyecana kapılmayarak, bütün sebepleri emir ve fermânı altında tutan
Yüce Allah’a tevekkül etmek gerekir.


Burada tevekkülün mânâsı, sarf ettiğimiz bu gayretlerin mahsûl vermesi,
boşa gitmemesi için Allah’tan başarı ve yardım dilemek ve ancak O`na
güvenmektir. Bu ise maddî kuvvetten sonra mânevî kuvveti de kazanmayı
istemektir. Şu halde tevekkül, mânevî bir yardım isteme anlamına gelir
ki, her işte her müslümanın buna ihtiyâcı vardır.


Tevekkül, görevlerini yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur,
itmînân ve güven olayıdır. Tamamen materyalist ve pozitivist bir bakışla
dahi tevekkülün bulunması insana bir şey kaybettirmeyeceği gibi;
bulunmaması durumunda moral ve psikolojik açıdan kesinlikle bir kayıp
söz konusudur. Tevekkül eden kişi "İnsan için ancak çalıştığının
karşılığı vardır." (53/Necm, 39) kuralı karşısında aklî ve bedenî
görevini yapacak, bundan öte Allah vekîlimdir deyip işini O`na havâle
ederek, sonuç ne olursa olsun ona rızâ duygusuyla, iç yorgunluk
çekmekten kurtulacaktır. Tevekkül etmeyenin de maddî olarak fazladan
yapacağı bir şey yoktur. Hatta maddî vesîleleri bir emir telakkî
etmediğinden, belki de sebeplere daha az sarılacaktır. Sonra da telaşlı,
sıkıntılı bir bekleyişe girecek ve umduğu sonucu alamayınca da
dövünecek, üzülecek, dayanacak bir teselli kaynağı bulamayacak,
sinirleri gerginleşecek; sonuçta bunalıma girecektir (Faruk Beşer, Fıkıh
Penceresinden Sosyal Hayatımız, Nûn Y. İst. 1994, s. 226).


Tevekkül denilen mânânın bir gönülde yer tutması, sahibi için dünyanın
en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü bir insan
için gönlünün rahatlığı ve huzuru en büyük nimetlerdendir. Maddî, mânevî
kazançlar, âfiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır. Fikir
selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca sebepler şunlardır:
Gereğinden fazla hırs, istek, rekabet gibi insanın huzur ve rahatını
kaçıran haller; “iflâs edersem, kansere yakalanırsam, işimden
atılırsam...” gibi kendi kendine zihinde kurulan mânâsız korku ve
endişeler; başa gelen felâket ve musîbetlerin giderilemeyen
ıstırapları...


Kendisinde bu haller bulunan insanlar, hayatlarında dünyalarına ve
âhiretlerine yarar bir şeye sahip olamazlar, vesveselidirler, hiçbir iş
beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe girişemezler. Bunların günleri ah,
vah ile; vesvese ve evhamla geçer gider. Bu hallerini birtakım maddî
imkânlarla da gidermek mümkün olmaz. Ancak, gönlüne, Allah’a tevekkülü
hakkıyla yerleştirebilmiş bir müslüman asla böyle değildir; o, her zaman
mutlu ve rahattır. Çünkü o, kendine düşeni yaptıktan sonra bilir ki,
sonsuz rahmet sahibi Allah Teâlâ sevdiği kulunu, kulun kendisini
düşündüğünden daha fazla düşünür ve korur.


Onun için, gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek mânâsıyla
bir tevekkülün yer tutmuş olması lâzımdır. Bir müslümanın işini yoluna
koyduktan sonra ötesini Allah`a havâle edip de O`na güvenmesi ve O`nun
en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en hayırlısını nasîb edeceğine
inanması, kalp için çok büyük bir kuvvettir. Günümüz insanının ve
özellikle de günümüz Müslümanının bu inanca ve bu kuvvete çok fazla
ihtiyacı vardır.


Tevekkül Nasıl Olmalıdır? Çalışmanın ve sebeplere yapışmanın ihmâli
tembellik demek olduğuna göre, tevekkül ile tembellik arasında bir
zıtlık vardır. İslâm dînînde tevekkül vâcib, tembellik haramdır.
“Tevekkül demek, görevin îfâsını Allah`a havâle etmek değildir; emri ve
kararı Allah`a bırakmaktır. Allah`ın emrini canla başla yerine getirmeye
çalışmaktır. Kısacası tevekkül, "tefvîz-i vazife" (görevi havâle)
değil; "tefvîz-i emr" (kararı havâle)dir. Birçokları bu konuda gaflete
düşerek tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk
görevlerinin yerine getirilmesini Allah’a havâle edip, emir ve komuta
mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz
oturacakmış, namaz, oruç, zekât, cihad vs. gibi görevleri Allah Teâla
ona emredip yaptırmayacakmış da (hâşâ) onun yerine Allah yapacakmış gibi
bâtıl bir zihniyet taşırlar. İsrâiloğullarının vaktiyle Hz. Mûsâ’ya:
"Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız."
(5/Mâide, 24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah’a tevekkül ve
îtimat değil; O’nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah
korusun küfürdür. "Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi
yanılgıya düşürmesin." (31/Lokman, 33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu
olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün
belirtisi; emre gönül vermek ile vazife sevgisidir.” (Elmalılı Hamdi
Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, 1992, c. IV, s. 362).


Başta da belirttiğimiz gibi tevekkül kelimesinin anlamında Arap
dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda
aklî ve bedenî gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı,
dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifâde eder.
"...Bir kere azmettin mi artık Allah’a tevekkül et." (3/Âl-i İmrân, 159)
âyeti buna açıkça işaret eder. Allah`ın sözleri arasında çelişki
olmayacağına göre tevekkülün, hiçbir iş yapmadan Allah’tan birşey
beklemekle ilişkisi olamaz. Allah kuluna çeşitli ibâdetler yüklemiş,
çalışmasını, ilim öğrenmesini, rızkını aramasını, düşmanlarına karşı güç
hazırlamasını, bilmediğini bilene sormasını, işlerinde istişâre
etmesini, Kendisine yakarıp duâ etmesini, âdil olmasını, yani herşeyi en
uygun yerine koymasını, bunun için metot ve yöntem bilmesini
emretmektedir. Diğer yönden kendisine tevekkül etmesini istemekte ve
tevekkül edenleri sevdiğini söylemektedir. Demek ki tevekkül, bütün bu
emirleri yerine getirdikten sonra duyulan huzur ve güvendir (F. Beşer,
a.g.e. s. 225).


Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar


1- Tembellik etmemek: Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca
ötedenberi bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise,
onları tatbik etmek vâciptir. Çünkü Yüce Allah bu âlemde herşeyin, her
hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin
uygulanmasına bağlamıştır. Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni birşeyin
yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana
gelişinden sonra gerçekleşir diye Allah, bir düzen koymuştur. O`nun
âdeti hep bu şekilde devam etmektedir. Allah`ın âdetinde de değişiklik
olmayacağından; olumlu veya olumsuz, istediğini bulmak için, insanın
sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir.


Sebeplere sarılmadan Allah`a güvenmeye tevekkül değil, "ittikâl"
denebilir. Bu kelime, Arapçadaki mânâsı itibarıyla pasifliği anlatır ve
bu, yerilen bir durumdur. Onun için Rasûlullah (s.a.s.) "Lâ ilâhe
illâllah diyen herkes Cennet`e girecektir." deyince Hz. Ömer (r.a.): "Ey
Allah`ın Rasûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler." demişti ki;
sebeplere sarılmadan ve Allah`ın diğer emirlerini yerine getirmeden
Cennet`e girmeyi ümit ederler demektir. Bu konuyu en güzel açıklayan
Rasûlullah Efendimizdir. "Devemi bırakıp tevekkül edeyim" diyene: "Bağla
da öyle tevekkül et" buyurmuşlardır.


Sebeplere sarılmakla ilgili olarak İmam Gazâlî de şöyle demiştir:
"İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir
ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir.
Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silâh
taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle engel değildir." Sebepleri ihmâl
etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir
bakıma Allah`ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle
beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin
dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır.


Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni
yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün
kuvvet ve araçlar ile Allah`a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha
ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir.


2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, Allah`a karşı
birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir. Aslen tesir Allah`tandır. Yâni
sebepler, İlâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine
Allah tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir. Kendisinden ancak o
yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini, -bir
müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren Yüce
Allah'tan beklemek gerekir. Çünkü herşeyin yaratıcısı ve yönlendireni
O'dur. Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: "Bir iş için
'çalıştık, çabaladık; artık o ister istemez olacak' demeyin. Tesiri
Allah'tan bekleyin; 'biz istedik, Allah da müsâade ederse olur' deyin."
(A. Osman Tatlısu, a.g.e., s. 151)


Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir:
"...Her durumda Allah emrini yerine getirir. Murâdını muhakkak yapar,
hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği
gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür. Nihâyet
herşeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer, tatlı da geçer; sıkıntı da
geçer, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika
geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile,
kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak, Allah`a
tevekkül de, O`nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, Allah`ın irâde ve
rızâsına teslim olmaktan ibâret olursa, Allah da onun mükâfâtını
büyütür. Hakîkat şudur ki; Allah herşey için bir ölçü takdir etmiştir,
bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür. O sınır
ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki, herşey
hakkında geçerlidir. Ve herşeyin hükmü, kıymeti Allah`ın ona tahsis
ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte birşeyi bilmek de onu, o
ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye
kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de, bunlar, zâtî (aslî) değil,
değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm sebebin değil, Allah`ındır. Asıl
ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle
edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah'tır. Herşey
geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi
biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir
buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş
ise, Allah`tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah`ın
yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah`ın
doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki
sebeplere îtimat sonlu, Allah`a îtimat sonsuzdur. O halde kuvvet ve
kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah`a dayanmaktadır. Tevekkül
de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah`ın gösterdiği yolda
gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu
îtirâf ile berâber, Allah`ın kudretine îtimat edip netice hakkında
telaşa düşmeksizin, O'nun irâdesine teslim olmaktır (Elmalılı Hamdi
Yazır, a.g.e., c. 8, s. 27-28 -Talâk, 3. Âyetin tefsiri-).


Seyyid Kutub da sebepler konusunda şöyle demektedir: "...Allah`ın
değişmez kâinat kanunu sebep ve netice düzeniyle yürüyor. Ancak neticeyi
meydana getiren yalnız sebepler değildir. Asıl etki eden, fâil-i mutlak
olan Allah Zülcelâl'dir. Allah, kendi takdiri ve istemesi ile sebep ve
netîce düzenini sağlıyor. O yüzden Allah, insandan çalışıp çabalamasını,
üzerine düşen vazifeleri îfâ etmesini istiyor. İnsan bu vazifeleri îfâ
ettiği kadar, Allah netîceleri düzenleyip tahakkuk ettiriyor. Böylece
sebep ve netice Allah`ın isteği ve takdirâtı ile ilgili olarak uzuyor.
Yalnız O'dur ki, istediği zaman, istediği şekilde neticelerin meydana
gelmesine izin verir. İşte bu şekilde müslümanın düşüncesiyle çalışması
arasındaki birlik sağlanıyor. Müslüman gücünün yettiği kadar çalışıp
çabalar. Fakat bu çalışmanın sonucunu Allah`ın takdirine ve isteğine
bırakır. Ona göre sebep ve netice arasında mutlak kat`iyyet yoktur. O,
hiçbir şeyde Allah`a kat`iyyet yüklemez (Seyyid Kutub, Fî
Zılâli'l-Kur'an, Hikmet Y., c. 2, s. 506, -3/159. Âyetin tefsiri).


3- Her hususta Allah`tan başka hiçbir şeye güvenmemek: Nice insanlar
vardır ki, ellerindeki servete, sahip oldukları mevkîye, büyük
insanlarla olan yakınlıklarına veya yüksek tahsil görmüş oğluna veya
kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuş, yarına
emniyetle bakıyor, Allah Teâlâ'dan gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu
kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Halbuki bütün bunlar ve sahip
olduğu herşey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara dayanan
insanın hâli ne olur?! (A. Osman Tatlısu, ag.e., s. 151). Müslüman ise
böyle değildir; o, nelere sahip olduğunun farkında olup, şükrünü îfâ
edecek, bunları akıllıca kullanacak; fakat her zaman yalnız Allah`a
güvenecektir.




Bilindiği/bilinmesi gerektiği gibi; tevekkül meselesinde en tehlikeli
durum, tevekkülü yanlış anlayarak tembelliğe düşmek, vazifesini yerine
getirmemek ve bunun sonucunda da başarsızlığa uğramaktır. İlk emri
"Oku!" olan İslâm dininin mensupları olarak, biz müslümanların en önemli
görevlerinden biri, hangi meslekten olursak olalım çalışmak, bize düşen
görevi en güzel şekilde yerine getirmek; bütün bunların sonucunda da
büyük bir gönül huzuruyla Allah Teâlâ'ya güvenmek, O'na tevekkül
etmektir. Tâbiri câizse, tembellik bizim lügatımızda yer almamalı; en
çok korkmamız, en uzak kalmamız gereken bir vasıf olmalıdır. Öyle ki
Peygamber Efendimiz: "Ümmetim adına en çok korktuğum şey göbek iriliği,
uyku düşkünlüğü ve tembelliktir." buyurmak sûretiyle, tembelliğin bizler
için ne büyük bir tehlike olduğuna işaret etmiştir.


Tevekkülle ilgili âyetleri incelediğimizde, Allah'a tevekkül ettiğini
belirten Peygamberlerin ve mü'minlerin, o sözleri söylerken bir
mücâdele, çalışma, gayret içinde olduklarını görüyoruz. Hiçbiri
oturdukları yerden, yorulmadan, belli bir zorluğa katlanmadan bu sözleri
söylemiyorlar. İşte bu da bize gösteriyor ki; ancak çalışan müslümanın
tevekkül etmeye, "Allah'a güvendim!" demeye hakkı vardır. Tembel ise,
tevekkül ettiğini söylese bile ancak kendini kandırıyordur ve sonu
hüsrân olacaktır.


Tevekkülle ilgili hadisler ve güzel sözler de bu durumu doğrular
niteliktedir. Mehmet Âkif Ersoy`un şiddetle karşı çıktığı, yerden yere
vurduğu tevekkül ve mütevekkil kavramı da işte bu tembel kişilerin sahte
tevekkülleridir.


Tevekkül meselesinde diğer bir önemli husus da dünya hayatının müslüman
için bir imtihan yeri olduğunun unutulmaması gerektiğidir. Çünkü bazı
durumlarda insan bütün çabasını sarfetse de, elinden geleni yapsa da
İlâhî takdir bazı hikmetler sebebiyle buna izin vermediği için başarılı
olamayabilir, isteği gerçekleşmeyebilir. İşte burada tevekkülün diğer
yönü ortaya çıkar: En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah'a olan
güveni kaybetmemek.


Allah Teâlâ, her şeyin teferruatını en ince ayrıntısına kadar bilir.
Belki bizim istediğimiz, gerçekleşmesi için çalıştığımız bir şey,
aslında bizim zararımıza; buna karşılık istemediğimiz bir şey ise
aslında yararımızadır. Sonsuz rahmeti sebebiyle Allah Teâlâ da sevdiği
kullarını, o kulların kendilerini düşündüğünden daha çok düşüneceğine;
onlara kendilerine acıdıklarından daha çok acıyacağına göre müslümanlar
olarak bizlerin -hem dînî, hem dünyevî görevlerimizi yaptığımız
müddetçe- hiçbir şeyden dolayı tasalanmamıza gerek yoktur. İnşâallah
sonuçta mutluluk bizim olacaktır.


Bir amacımıza, isteğimize ulaşamadıysak Vekîlimiz olan Allah Teâlâ bize
olan sevgisiden dolayı, o istediğimiz şeyden her bakımdan bize daha
hayırlısını nasîb edeceğini ummalıyız. En umutsuz gibi görünen
durumlarda bile Allah'a olan güveni kaybetmemek şarttır.


Dünya, müslüman için bir imtihan yeri olduğundan dolayı unutulmaması
gereken diğer bir nokta da; herşeyin sonucunun sadece bu dünyada
alınmadığıdır. Biz Müslümanlar, âhiret inancına sahibiz ve zaten dünyada
da âhiret için, o ebedî hayat için çalışırız. O halde, belki de
yaşadığımız büyük bir üzüntü, yorgunluk veya sıkıntıya göstereceğimiz
sabır; Allah katında derecemizin yükselmesine, öbür dünyada büyük
mükâfatlar kazanmamıza sebep olacaktır. "...Biz dilediğimiz kimseye
rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zâyî etmeyiz.
Âhiret mükâfâtı ise, iman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için daha
hayırlıdır." (12/Yusuf, 56-57)


"...Kim Allah'tan (emirlerine uymak; yasaklarından kaçınmak sûretiyle)
korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve
ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse Allah, ona
yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah herşey için bir
ölçü koymuştur." (65/Talâk, 2-3) "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri
kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah'tır' derler. De ki: 'Öyleyse
bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı
bırakıp da taptıklarınız O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut
Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler
mi?' De ki: 'Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O'na güvenip
dayanırlar." (39/Zümer, 38)
Ahmed Kalkan
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Kader ve Rızık Kader ve Tevekkül
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Tevekkül
» Rızık Duası
» Rızık İkidir
» Rızık nasıl gelir?
» Timoşenko için kader günü

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: İslam ve İnsan-
Buraya geçin: