Uzayın inanılmaz büyüklükteki boyutları
içinde, yalnız dünyamızda yaşamın olabileceği görüşüne artık kimse
katılmıyor. Üstelik, uzaydan gelen misafirlerin ziyaretlerine tanık
olduğunu iddia eden yüzlerce kişi var. Yine de, bilimsel olarak henüz
kanıtlanmış bir şey yok. Uzay araştırmalarına milyarlarca dolar
harcanırken, bilim adamları evrende canlılara ait hiçbir iz bulamadılar
mı?
3 Mart 1972 günü Cape Kennedy üssünden uzaya fırlatılan Pioneer 10 ile
birlikte 15×23 cm ebadında altın kaplı platinden bir plakada, güneş
sistemimizin ötesine ilk yazılı mesaj gönderildi. Engin okyanusta
batmış gemiden kurtulan bir denizcinin, şişe içine bir mektup koyup
okyanusa fırlatması gibi bir şeydi bu. Ola ki yoldan geçen birisinin
dikkatini çeker de bizim burada yaşadığımızı haber alır diye
tasarlanmıştı.
Üzerinde yaşadığımız gezegenin evren boyutları içindeki yerini
belirlemek için, okyanus ortasındaki bir ada örneği belki çok iyimser
bir yaklaşım sayılır. Çünkü, Pioneer 10 uzay aracı Jüpiter gezegenine
21 ayda ulaşacak kadar hızlı gitmesine rağmen, bize en yakın yıldıza
ancak 80000 yıl sonra varabilecek. Böylesine büyük bir uzay boşluğu
içinde yol alan helikopter kadar bir uzay aracına kimsenin rastlamamış
olması olasılığı ise hiç de şaşırtıcı değil.
Dünyada Yaşam Var mı?
Pioneer 10 ve daha sonra uzaya atılan benzeri araçlardaki mesajların
hiçbirini görmemiş, ama kazara bizim güneş sistemimize yakın bir yerde
yolunu kaybetmiş bir "uzaylı" gemisinin gelmekte olduğunu varsayalım.
Her an uzaya gönderdiğimiz radyo sinyallerini alarak hemen dikkatini
üzerimize çevireceği şüphesiz. Ama, eğer dünya üzerinde hiçbir insan
olmasaydı hangi sinyali alacaktı? Daha yakın bir olasılıkla, eğer iki
yüz yıl önce dünyamıza çok uzaklardan baksalardı, ne gibi bir sonuca
varırlardı?
Üzeri yoğun bir nitrojen-oksijen karışımı atmosferle kaplı bu parlak
mavi planete ilgi duymaları için önce evrendeki yaşam biçimleri
hakkında geniş bir bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Biz, karbon
elementinin temel taşı olduğu bir beden kimyasına sahip canlılarız ve
oksijenin varlığı ile yaşamımızı sürdürüyoruz. Keza, belirli bir
sıcaklık sınırı içinde ancak varlığımızı devam ettirebiliriz. Eğer
uzaydan bizim dünyamızı inceleyen bu gemideki canlılar başka bir
elemente bağlı beden yapısına sahipseler – diyelim ki – silisyum
elementi üzerine kurulu bir beden yapıları varsa, dünyamıza inmek için
olağanüstü bir korunma giysisine gerek duyacaklardır. Çünkü, bu dünya
ancak karbon elementine bağlı ve üstelik belirli bileşimler içinde
oluşmuş bedenlerin yaşayabilmesine olanak tanımaktadır.
Yaşam Biçimi Sınırlı mı?
Bilimin, "evrende başka canlılar olabilir mi?" sorusuna vereceği yanıt
önce "canlı" kavramında takılıp kalıyor. Kendi planetimizi
incelediğimizde, en küçük mikroskopik organizmalardan insana kadar
uzanabilen bir canlı türleri zinciri var. Milyonlarca yıl süren bir
evrimin sonunda, bugün dünyamızda nezle virüsü ile nezle olan insan iki
değişik canlı türüne örnek sayılır. Bitkiler, böcekler, hayvanlar
"canlı" varlıklardır. Ama, örneğin bir suyosununun uzay gemisi inşa
etmesi veya sivrisineğin uzaya radyo sinyalleri göndermesi mümkün
değildir.
Evrende canlıların olup olmaması konusunda bilim "canlı organizma"nın
var olabilme sınırlarını incelerken, canlının zekâsı üzerinde
durmamaktadır. Örneğin, Mars'ta yaşam var mı diye araştırılırken, orada
suyosunu bile bulunsa, bunun bilimsel anlamı Mars'ta yaşamın var
olduğunun kanıtıdır. Bu sonuca dayanarak orada yaşayan insan benzeri
canlılar olduğunu iddia etmek ise bilim-kurgu sayılır.
Halbuki, biz bir yerde yaşam olup olmadığını düşünürken, ister istemez
bize benzer yaratıkların varlığını göz önüne getiririz. Jules Verne'den
başlayarak bütün uzayla ilgili fantastik edebiyatta hep böyle
düşünülmüştür. Dolayısıyla, evrende canlı konusu bir noktada "zeki
canlı" şekline dönüşecektir.
Böcekler, otlar gibi değil de insan benzeri zeki varlıklar arandığında
karşımıza biyolojik esaslar çıkar. Canlıda zekâ oranı yükseldikçe buna
bağlı olarak yapısındaki karmaşıklık oranı da artmaktadır. Beden yapısı
ne denli karmaşık ise, içinde bulunduğu ortamın şartları da o denli
sınırlı bir özellik gösterecektir.
Bakterilerin çok sıcak veya çok soğuk ortamlarda, hatta oksijensiz bile
yaşayabildikleri, bazı kabuklu böceklerin radyasyondan
etkilenmedikleri, suyun bulunmadığı ortamda gelişen organizmaların
varlığı bilinmektedir. Fakat bütün bu değişik şartlara uyum
gösterebilen canlı türleri hep ilkel yapılara sahiptir. Aynı oranda
zekâları da bizim anladığımız biçimde yok sayılacak kadardır.
Evrende Zeki Canlılar
Bir an için şöyle düşünelim: Sadece karbon elementine bağlı bir beden
yapısı koşulu olmasın. Çevrenin yaşama olanak tanıyacak sınırlarının da
dikkate alınmadığını varsayalım. Böylece, her an her yerde zeki bir
canlı olabilir. Bu sefer de karşımıza zaman ve yer konusu çıkacaktır.
Bizim güneş sistemimiz dışında kalan en yakın uzay cismi, yaklaşık 4.5
ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız. Kuramsal olarak erişilecek en büyük
süratle bile birkaç bin yılda ancak oraya gitmek mümkün. Uzayla ilgili
ölçüler çok büyük boyutlarda olduğu için, uzaklıklar ışık hızı ile
ölçülür olmuş. Güneş'in ışığı dünyamıza 8 dakika geçtikten sonra
ulaşabiliyor. En yakın yıldızın ışığı ise 4.5 yıl geçtikten sonra bize
geliyor.
Bir anlamda, gökyüzüne baktığımızda her yıldızı uzaklığına göre değişen
bir geçmiş zamanıyla inceliyoruz. Örneğin, göğün en parlak yıldızı olan
Siriüs 9 yıl önceki görünümüyle, ikinci parlak yıldız Canopus ise 100
yıl önceki görünümüyle karşımızda durmaktadır.
Yıldızlar ise Güneş gibi hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar
sıcaklıktaki ateş topları. Bizi asıl ilgilendiren, bu güneşlerin
çevresinde dolanan gezegenlerin varlığı. Her yıldızın çevresinde
gezegen olamıyor. Güneş sistemi gibi bir sistemin oluşabilmesi ancak
belirli sayıda yıldız için geçerli. En iyimser tahminlere göre, 50 ışık
yılı uzağımıza kadar yer alan yıldızların içinde planet sistemi
olanlardan 500'ünde bizim gönderdiğimiz sinyalleri alabilecek düzeye
erişmiş medeniyetlerin bulunduğu zannedilmektedir.
Uzaydan Gelen Sinyaller
Bu olasılığı göz önüne alan Dr. Frank Drake 1960 yılında "Ozma" projesi
olarak bilinen bir araştırmayı başlatmış. Belirli bir dalga boyunda
uzaydan gelecek yayını yakalayabilmek için gündüz gece demeden
haftalarca gökyüzünü taramışlar. Sonuçta hiçbir yayına
rastlayamadıkları için vazgeçilmiş. Daha sonra araştırma boyutları
öncekine oranla çok geniş yeni bir proje yapılmış. Aynı zamanda Sovyet
Rusya'da da Gorki Enstitüsü benzeri bir sinyal dinleme çalışmasını
başlatmış.
Aradan geçen oniki yıla rağmen, zekâ ürünü olan herhangi bir sinyal
gönderildiğine dair açıklama yapılmadı. Bilim çevreleri bütün dalga
boylarında uzayın her yanının taranmasının yıllar süren yorucu bir iş
olduğunu ve araştırmaya devam edileceğini söylüyorlar. Uzaydan acele
haber bekleyen meraklılar ise gelen sinyallerin çoktan saptandığını ama
bilim adamlarının karanlık çevrelerce baskı altında oldukları için
açıklayamadıklarını savunuyorlar.
Gezegenlerde Yaşayan Var mı?
Bugüne kadar güneş sistemimizin dışında canlıların olduğuna dair bir
kanıt bulunamadı. Ama, bilimsel açıdan evrende başka canlıların olması
mümkün. İşte bu olasılık yüzünden, binlerce bilim adamı dünyanın
değişik yerlerindeki gözlemevlerinde uzaya sinyal göndererek ve gelmesi
beklenen sinyalleri araştırarak çalışmaları sürdürüyorlar.
Aslında, bize diğer yıldızlara göre çok daha yakın olan Ay ve diğer
sekiz gezegen ile bunların uyduları niye araştırılmıyor diye bir soru
akla gelebilir.
Güneş sistemimizdeki gezegenler modern astronominin olanakları
ölçüsünde bu açıdan yeterince incelenmiş. En uzak gezegen olan
Plüton'dan bile bir sinyal gönderilecek olsa, dünyadan normal bir radyo
istasyonunun duyabileceği netlikte hassas aletlerle hemen bunu
saptayabilecekler. Ama yayın yapan kimse yok.
Belki de henüz bizim uygarlığımız düzeyine gelmemiş olabilirler. Bu
konuda da gezegenlere gönderilen uzay sondaları orada yaşam izleri
bulmaya çalışıyor. Bilimsel verilere göre şimdiye kadar gelen bilgiler
pek de iç açıcı değil.
Güneş'e en yakın olan Merkür'de geceleri -200°C olan sıcaklık gündüzün
+400°C'ı bile aşacak kadar artıyor. Atmosfer ise pratik olarak yok. Bu
koşullar altında Merkür'e ayak basmak bile imkânsız.
1972'de Venüs'e inen uzay sondası sıcaklığın 470°C ve atmosfer
basıncının dünyadakinin 90 katı olduğunu bildirmişti. Venüs'ün yüzeyini
kaplayan yoğun bulut tabakasının da saf sülfürik asitten meydana
geldiği anlaşıldı. Araştırmacı Carl Sagan'ın deyimiyle, "Venüs kaynar
asit içinde insanı parçalayan bir cehennem" gibi.
Volkanik patlamaların dayanılmaz hale getirdiği bu iki kızgın
gezegenden sonra, dünyayı geçince karşımıza bilim-kurgu romanlarının
klasik uzay üssü Mars geliyor. Aslında bir Mars gününün uzunluğu
dünyadakinden ancak yarım saat kadar daha fazla. Mevsimleri oluşturan
eğimi de dünyanınkinden yalnızca iki derece eksik. Fakat, Mars yılı 687
gün sürüyor. Yörüngesi de daireden çok elips biçiminde olduğu için
mevsimler arasında büyük farklar var.
Mars'ın farklı bir yanı da yerçekiminin çok düşük olması. 100 kilo
gelen şişman bir adam bile orada 40 kiloluk tüy sıklet gibi zıplayarak
yürüyebilir. Mariner 9 uzay sondasının 1971/72 kışında gönderdiği 7300
resimden, çok eskiden bu gezegende denizlerin olabileceği anlaşılmıştı.
Mars'ta Yaşam Nasıl?
1877 yılında, bugünün ölçülerine göre ilkel bir teleskopun başına
oturup Mars'ı inceleyen Schiaparelli, "canali" adını verdiği bazı nehir
yatakları gördüğünü belirtmişti. Bundan esinlenen Percival Lowell,
Arizona'da kendi kendine bir gözlemevi kurup Mars'taki bu ilginç
görüntüyü araştırma yoluna gitmiş. Sonunda, Mars'ta yaşayanların
zamanla susuz kalıp bu kanalları inşa ettikleri fikrine kapılmış.
Gayeleri de, Lowell'e göre Mars'ın kutuplarında donmuş bir halde
bulunan suyu gezegenin diğer yanlarına taşımakmış.
Fakat, bu fantastik hipotezin ömrü uzun sürmedi. Çünkü, Mars'ın
kutuplarında donmuş bile olsa suyun zerresi dahi yoktu. Onun yerine bol
miktarda donmuş karbondioksit bulunuyordu. Gözlemlerin sonucuna göre,
yaklaşık 12000 sene öncesine kadar bu gezegende akarsu olabileceği ve
kanalların da şimdi kurumuş olan bu nehir yataklarına ait olduğu görüşü
önem kazandı.
Mars'ın atmosferi incelendiğinde, çoğunlukla karbon dioksit bulundu.
Ama, az da olsa içinde bir miktar su olması mümkündü. 1976'da gezegene
inen Viking I ve II uzay sondalarının asıl gayesi Mars'ta yaşam
biçimini saptamaktı.
Sonunda bazı izler bulundu. Sıfır altı 138°C ile sıfır üstü 12°C
sıcaklıkta değişen atmosfer koşulları, bol karbon dioksit ve az da olsa
su izi bazı bitki ve hayvan türlerinin yaşamasına elverişli
görünüyordu. Ancak, bu yaşam izlerinin ilkel organizmalar için geçerli
olduğunu da belirtelim. Viking uzay sondaları Mars toprağını analiz
ettiklerinde bu tür bir yaşam bulamadılar. Ama, analizler ilkel
organizmaların yaşaması için elverişli bir ortam olduğu sonucunu verdi.
Yine de, ilkel de olsa hayvan türlerinin olabileceği görüşü kesinlik
kazanmadı.
Mars'ın Ötesinde
1979 yılında Jüpiter'in çok yakınından geçen Voyager I ve II, gezegenin
helyum ve hidrojenle dolu atmosferinde sıfır altı 130°C sıcaklığın
hüküm sürdüğünü bildirdiler. Yoğun, manyetik fırtınalar ve gezegen
içindeki yüksek sıcaklık burada yaşamın en basit biçimine bile
elvermeyecek durumda gözüküyor. Ama, kimbilir belki bu dev gezegenin 16
uydusundan birinde, örneğin İo'daki volkanik patlamalar ile Jüpiter'in
atmosferindeki elektrik yüklü fırtınalar arasında organik bileşikler
yeni bir yaşamın başlangıcı olabilir.
Voyager I ve II, 1980-1981 yıllarında Satürn'ün muhteşem halkaları
arasından geçecek kadar gezegene yaklaştılar. 17 uydusu olan Satürn'de
ısı sıfır altı 185°C. Atmosferi de Jüpiter gibi hidrojen ve helyum ile
dolu. Her iki planet bilim adamlarına göre içi son derece sıcak ve dışı
buzdan da soğuk birer gaz topu. Üstelik, bu ısı farkı yüzünden
inanılmaz büyüklükte fırtınalar kaplamış bu gaz toplarının yüzeyini.
Sözün kısası, Satürn'den ümidi kesmişler.
Uyduların içinde atmosferi olan tek örnek olması bakımından Titan,
eskiden beri yaşamın başlayabileceği bir yer olarak düşünülmüştü.
Dünyadakinden bile daha yoğun olan atmosferi nitrojen ve hidrojen
siyanür ile dolu olduğu için organik yapının oluşmasına olanak
tanıyabilir sanılıyordu. Fakat, sıfır altı 180°C'lık bir sıcaklıkta
kimyasal reaksiyon olamayacağı anlaşılınca, bu hipotez de suya düştü.
Geriye bütün ümit Uranüs, Neptün ve Plüton'da yaşam izleri bulunmasına
kalıyor. 1986'da Uranüs'ün, 1989'da Neptün'ün yakınından geçecek olan
Voyager II bakalım bize ne bilgiler yollayacak? Bugün bu gezegenler
hakkında bildiklerimiz yüzey ısılarının sıfır altı 200°C ile 230°C
arasında değiştiği. Bu öyle düşük bir ısı ki, gezegenleri oluşturan
gazlar bile donmuş bir halde hareketsiz duruyorlar. Uzayın
sessizliğinde katılıp kalmış gaz yığınları arasında yaşamın olabileceği
akıl dışı gibi gözüküyor.
Güneş Sisteminde Tek Canlı Biz miyiz?
Elbette hayır! Mars'ta bugün rotifera benzeri mikroskopik su
yaratıklarına ait fosillerin bulunması an meselesi. Belki Jüpiter'de
yakın bir gelecekte bataklıkta yetişen organizmalara benzer
yaratıkların varlığı saptanabilir. Keza, Satürn'ün uydusu Titan'da,
belki o korkunç soğuğa rağmen üreyebilen bakteriler de olabilir.
Bilimsel veriler ancak bu kadar iyimser olabilmeye izin veriyor. Yine
de, bilimin her dediği doğru çıkmayabilir. Belki örneğin Venüs'te
sanıldığı gibi cehennemi bir sıcaklık ve korkunç bir atmosfer basıncı
yoktur. Havası da sülfürük asit buharları yerine ıtır çiçeği kokusunda
meltem esintisi gibi olabilir. Venüs'e inen uzay sondasını belki de
Venüslüler muziplik olsun diye kaynar bir asit kazanı içine atmışlardır!
En Yakın Komşumuz Ay
Jules Verne'in Ay'a yolculuk düşleri gerçekleştiğinden beri yakın
komşumuzda böcek bile yaşayamayacağı anlaşıldı. Yine de Mars'tan veya
Venüs'ten Ay'ı ziyarete gelip geçici üsler kuranlar olduğu söyleniyor.
Nitekim, dünyamıza inen uzay gemilerinin durak yeri olarak Ay'ı
kullandıkları belirtildi.
Günümüzde uçan daire görmeyen hemen hemen yok sayılır. Fakat, bilim
adamları bu görgü tanıklarına nedense hiç önem vermiyorlar. Kimbilir,
belki de uzayda yaşamın var olduğuna dair yüzlerce canlı örnek aramızda
dolaşıyor. Üstelik hepsinin de insan benzeri olduğu söyleniyor.
Uzaydan sinyal beklemek, gezegenlere yapay uydular göndermek gibi
milyarlık projeleri bırakıp, bütün bilim adamlarının uçan daire peşinde
koşacağı günleri boş yere beklemeyelim. Çünkü, pek çok "gönüllü
araştırmacı"nın belirttiği gibi, bilim adamları aslında uzayın tek
hakiminin biz olduğunu kanıtlama inadından vazgeçmeyeceklermiş.