Jensen
Giriş Tarihi : 30/03/09 Yer : İstanbul Yaş : 34 Mesajlar : 14824 Rep Puanı : 14472 Rep Gücü : 6503
| Konu: Büyük Patlama ve Evrenin Doğası Ptsi Ocak 18, 2010 10:49 am | |
| BÜYÜK PATLAMA VE EVRENİN DOĞASI Kozmoloji Diyalektik düşünmeye alışkın olmayan birçok insan için sonsuzluk fikrini kabul etmek zordur. Sonsuzluk fikri, her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olduğu günlük nesnelerin sonlu dünyasıyla o denli uyuşmazlık içindedir ki, garip ve açıklanamaz bir şey olarak görünür. Dahası, bu fikir belli başlı dünya dinlerinin birçoğunun öğretileriyle de uyuşmaz. Antik dinlerin birçoğunun kendi Yaratılış Efsaneleri vardı. Ortaçağ Yahudi alimleri Yaratılış tarihini İ.Ö. 3760 olarak belirlemişlerdi ve gerçekten de Yahudi takvimi bu tarihten başlar. 1658’de, Piskopos Ussher evrenin İ.Ö. 4004’te yaratıldığını hesapladı. 18. yüzyıl boyunca evrenin en fazla altı ya da yedi bin yaşında olduğu düşünüldü.Fakat –diye itiraz edebilirsiniz– 20. yüzyıl biliminin bütün bu Yaratılış efsaneleriyle hiçbir ortak yanı yoktur! Modern bilimsel yöntemlerle evrenin boyutlarının ve kökeninin tam bir tablosunu elde edebiliriz. Ne yazık ki iş bu kadar basit değil. Birincisi, muazzam ilerlemelere rağmen gözlemlenebilir evren hakkındaki bilgimiz, bize bilgi sağlayan en büyük teleskopların, radyo sinyallerinin ve uzay sondalarının gücüyle sınırlıdır. İkincisi ve daha da önemlisi, bu sonuçların ve gözlemlerin, genellikle salt mistisizmi andıran son derece spekülatif bir şekilde yorumlanma tarzıdır. Yaratılış Efsanesi (“Büyük Patlama”) ve onun ayrılmaz refakatçisi olan Kıyamet Günü (“Büyük Çatırtı”) âlemine gerçekten geri döndüğümüz şeklinde yaygın bir izlenim var. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Teleskobun icadıyla birlikte, teknolojinin gelişimi evrenin sınırlarını yavaş yavaş hep daha uzağa itti. Aristoteles ve Ptolemaios zamanından beri insanların aklını kuşatan kristal küreler ve dahası Ortaçağ dini önyargılarının ilerleme yoluna diktiği tüm diğer engeller sonunda yıkıldı.1755’te Kant, “ada evrenler” olarak adlandırdığı uzak yıldız kümelerinin varlığını öngördü. Buna rağmen 1924 gibi geç bir tarihte bile, tüm evrenin, yalnızca 200.000 ışık yılı çapında olduğu ve –kendi galaksimiz ve iki komşu galaksi olmak üzere– sadece üç galaksiden oluştuğu tahmin ediliyordu. Daha sonra Amerikalı kozmolog Edwin Powell Hubble, Wilson dağında 100 inçlik yeni teleskobunu kullanarak, Andromeda Bulutsusunun kendi galaksimizin çok daha dışında olduğunu gösterdi. Sonra, ondan daha uzak olan başka galaksiler keşfedildi. Kant’ın “ada evrenler” hipotezinin doğruluğu ispat edildi. Böylece evren –insanların beyninde– hızla “genişledi” ve daha uzak nesneler keşfedildikçe daha da genişlemeye devam etti. Bugün, 200.000 ışık yılı şöyle dursun, evrenin on milyarlarca ışık yılından daha geniş olduğu düşünülüyor ve zamanla bugünkü hesaplamaların bile yeterli büyüklüğe hiçbir şekilde yaklaşmadığı görülecektir. Çünkü evren, Cusa’lı Nicolas ve diğerlerinin düşündüğü gibi sonsuzdur. İkinci Dünya Savaşından önce evrenin yaşının sadece iki milyar yıl olduğu düşünülüyordu. Bu öngörü Piskopos Ussher’ınkinden biraz daha iyidir. Ancak yine de umutsuz derecede yanlıştır. Bugün büyük patlamacılar arasında evrenin tahmini yaşıyla ilgili şiddetli bir tartışma yürüyor. Buna daha sonra döneceğiz.Büyük patlama teorisi gerçekten de bir Yaratılış Efsanesidir (tıpkı ilk Tekvin kitabı gibi). Büyük patlama teorisi evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce meydana geldiğini söyler. Bu teoriye göre, bundan önce ne evren, ne madde, ne uzay ve ne de zaman vardı. O patlama anında, evrendeki tüm maddenin tek bir noktada yoğunlaşmış olduğu varsayılır. Büyük patlama hayranlarının bir tekillik olarak kabul ettiği bu görünmez nokta, daha sonra öyle bir güçle patladı ki, derhal bütün evreni doldurdu ve bunun sonucu olarak evren halen genişlemeye devam ediyor. Bu arada, “zamanın başladığı” an da bu idi. Bunun bir çeşit şaka olup olmadığını merak edecek olursanız bunu aklınızdan çıkarın. Büyük patlama teorisinin anlattığı şey tam da budur. Adlarının arkasında uzun harf dizileri olan üniversite profesörlerinin büyük çoğunluğunun gerçekten inandığı şey budur. Bilim çevrelerinin bir kesiminin yazılarında mistisizme doğru kayışın en açık delilleri mevcuttur. Son yıllarda, en son evren teorilerinin popüler açıklaması maskesi altında, özellikle büyük patlama sözde teorisiyle bağlantılı olarak her türlü dini düşüncenin kaçakçılığını yapmaya teşebbüs eden bir bilim kitapları seli görmekteyiz.New Scientist (7 Mayıs 1994) “Başlangıçta Patlama Vardı” başlıklı bir makale yayınladı. Bu makalenin yazarı Colin Price, bir bilimci olarak eğitim almış ve çalışmıştı, ama şimdi bağımsız bir cemaat papazıdır. Şunu sorarak başlar: “Büyük patlama teorisi kutsal kitaba bu kadar mı ait? Veya başka bir şekilde ifade edelim, Yaratılış hikâyesi bu denli bilimsel mi?” Ve kendinden emin bir iddiayla bitirir: “Hiç kimse büyük patlama hikâyesini Tekvin kitabının ilk iki bölümünün yazarlarından daha iyi takdir edemezdi.” Bay Price’ın kuşkusuz dili sürçerek de olsa kesin bir doğrulukla büyük patlama hikâyesi olarak tanımladığı şeyin arkasında yatan mistik felsefenin tipik bir örneğidir bu. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Doppler Etkisi 1915’te, Albert Einstein genel görelilik teorisini ileri sürdü. Bundan önce yaygın evren görüşü, Sir Isaac Newton tarafından 18. yüzyılda geliştirilen klasik mekanik modelden türetilmişti. Newton’a göre evren birtakım değişmez hareket yasalarına uyarak tıkır tıkır işleyen muazzam büyüklükte bir saat mekanizması gibiydi. Boyutları sonsuzdu, ama özde değişmeyen bir evrendi. Bu evren görüşü tüm diyalektik olmayan, mekanik teorilerin kusurlarından nasibini almıştı. Statikti.1929’da Edwin Hubble yeni bir güçlü teleskop kullanarak, evrenin daha önce düşünüldüğünden çok daha büyük olduğunu gösterdi. Üstelik, daha önce gözlemlenmemiş bir olguyu da fark etti. Işık, hareket eden bir kaynaktan gözümüze geldiğinde frekansında bir değişim olur. Bu durum, tayf (spektrum) renkleriyle ifade edilebilir. Bir kaynak bize doğru yaklaşırken, bu kaynaktan çıkan ışığın frekansının, tayfın yüksek frekans tarafına (mor renge) doğru kaydığını görürüz. Kaynak bizden uzaklaştığındaysa, tayfın düşük frekans tarafına (kırmızı renge) doğru bir kayma görürüz. İlk defa Avusturyalı Christian Doppler tarafından geliştirilen ve onun ardından “Doppler Etkisi” olarak adlandırılan bu teorinin astronomiye büyük katkıları vardı. Yıldızlar, gözlemcilere karanlık bir zemin üzerindeki bir ışık deseni olarak görünür. Birçok yıldızın tayfının kırmızıya doğru bir kayma gösterdiğini fark eden Hubble’ın gözlemleri, galaksilerin, uzaklıklarıyla doğru orantılı bir hızla bizden uzaklaşmakta olduğu fikrini doğurdu. Hubble evrenin genişlediğini düşünmemiş olsa da, bu yasa Hubble Yasası olarak tanındı. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hubble, kırmızıya kayma ile galaksilerin görünen parlaklıklarıyla ölçülen uzaklıkları arasında karşılıklı bir ilişkinin [korelasyon] olduğunu gözlemledi. O dönemde gözlemlenebilen en uzak galaksilerin saniyede 25.000 mil hızla uzaklaşmakta oldukları ortaya çıktı. 1960’larda 200 inçlik yeni teleskobun gelişiyle birlikte, saniyede 150.000 mil hızla uzaklaşan çok daha uzak nesneler keşfedildi. “Genişleyen evren” hipotezi bu gözlemlerin üzerinde inşa edilmişti. Üstelik, Einstein’ın genel görelilik teorisinin “alan denklemleri” bu fikre uydurulabilecek bir tarzda yorumlanabilirdi. Bunun uzantısı olarak, eğer evren genişlediyse, geçmişte daha küçük olması gerekirdi. Sonuç, evrenin tek bir yoğun madde çekirdeği olarak başlamış olması gerektiği hipoteziydi. Aslında bu Hubble’ın fikri değildi. Rus matematikçisi Alexander Friedmann tarafından 1922’de ortaya atılmıştı. Daha sonra George Lemaître ilk defa 1927’de “kozmik yumurta” fikrini ileri sürdü. Diyalektik materyalizm açısından, sürekli bir denge durumunda, ebediyen değişmez, kapalı bir evren fikri açıkça yanlıştır. Bu nedenle, böylesi bir evren görüşünün terk edilmesi şüphesiz ileri bir adımdı.Hubble ve Wirtz’in gözlemleriyle Friedmann’ın teorilerine hatırı sayılır bir destek verilmiş oluyordu. Bu gözlemler evrenin ya da en azından evrenin gözlemleyebildiğimiz kısmının genişlediğinin işareti gibi görünüyordu. Buna, evrenin, eğer uzayda sonluysa, zamanda da sonlu olması gerektiğini –bir başlangıcı olması gerektiğini– kanıtlamaya çalışan Belçikalı rahip Georges Lemaître tarafından el konuldu. Böyle bir teorinin Katolik kilisesine getireceği yararlar her türlü şüphenin ötesindedir. Bu teori, geçmişte bilim tarafından yüz kızartıcı şekilde evrenden kovulduktan sonra, şimdi Kozmik Ju-ju Man olarak muzaffer bir dönüşe hazırlanan Yaratıcı fikrine kapıları ardına kadar açar. “Lemaître’in teorisinin temel güdüsünün, kendi fiziğini, Kilisenin hiçlikten yaratılış öğretisiyle uzlaştırma ihtiyacı olduğunu daha o zamandan anlamıştım” diyordu yıllar sonra Hannes Alfvén.[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Lemaître daha sonraları Papalık Bilim Akademisinin yöneticisi yapılarak ödüllendirildi. “Şişme” TeorisiBu ve diğer sorunlardan kurtulmak için Amerikalı fizikçi Alan Guth “şişen evren” teorisini geliştirdi (bu düşüncenin, kapitalist dünyanın enflasyon[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] krizinden geçmekte olduğu 1970’lerde ileri sürülmesi tesadüfi değildir). Bu teoriye göre, sıcaklık o denli hızla düşmüştü ki, farklı alanların ayrışması için ya da farklı taneciklerin oluşması için hiç zaman kalmamıştı. Farklılaşma ancak daha sonraları, evren daha da genişlediğinde meydana geldi. Büyük patlamanın en son versiyonu budur. Bu versiyon, büyük patlama anında evrenin, her 10–35 saniyede büyüklüğünü ikiye katladığı üstel bir genişlemeden (bu nedenle “şişme”adı verilir) geçtiğini iddia eder. “Standart model”in daha eski versiyonları tüm evreni bir greyfurt boyutuna sıkıştırılmış olarak tahayyül ederken, Guth daha iyisini yaptı. O, evrenin bir greyfurt gibi başlamadığını, bir hidrojen atomu çekirdeğinden milyarlarca kez daha küçük olabileceğini hesapladı. Bu takdirde, ilk hacminin 1090 katı bir büyüklüğe (bu da 1’den sonra 90 tane sıfır demektir) erişene kadar inanılmaz bir hızla –saniyede 300.000 kilometre olan ışık hızından defalarca kat fazla– genişleyebilirdi!Bu teorinin içeriğine bir bakalım. Bu teori de diğer büyük patlama teorilerinin hepsi gibi, evrendeki bütün maddenin tek bir noktada yoğunlaştığı hipotezinden yola çıkar. Buradaki temel hata, evrenin gözlemlenebilir evrene eşit olduğunun, ve maddenin içinden geçtiği tüm farklı evreleri, dönüşümleri ve farklı durumları hesaba katmaksızın evrenin tüm tarihini lineer bir süreç olarak yeniden kurmanın mümkün olduğunun tasavvur edilmesidir. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Diyalektik materyalizm evreni Einstein ya da Newton gibi statik veya sürekli “denge” durumunda bir varlık olarak değil, sonsuz bir varlık olarak kavrar. Madde ve enerji yaratılamaz veya yok edilemez; periyodik patlamaları, genişleme ve daralmaları, itme ve çekmeleri, hayat ve ölümü içeren sürekli bir hareket ve değişim süreci içindedir. Bir veya birçok büyük patlama düşüncesi aslında olmayacak bir şey değildir. Buradaki sorun bambaşka bir şeydir; sorun, gözlemlenmiş kesin bir olgunun (Hubble’ın kırmızıya kayışı gibi) mistik bir yorumu ve evrenin yaratılışı hakkındaki dini fikirleri bilimin içine arka kapıdan sokma girişimidir. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Öncelikle, evrendeki tüm maddenin “sonsuz yoğunluğa” sahip tek bir noktada yoğunlaşmış olması gerektiği düşünülemez. Bunun ne anlama geldiğinde net olalım. İlkin, sonlu bir uzaya sonsuz miktarda madde ve enerji koymak imkânsızdır. Sadece soruyu ortaya atmak bile onu yanıtlamak için yeterlidir. “Ah! der büyük patlamacılar, fakat evren, Einstein’in genel görelilik teorisine göre sonsuz değil, sonludur.” Eric Lerner kitabında Einstein’ın denklemlerinin sonsuz sayıda farklı evreni mümkün kıldığına işaret eder. Friedmann ve Lemaître birçok denklemin genişleyen evren sonucuna çıktığını gösterdi. Ancak hiçbir surette bu denklemlerin hepsi bir “tekillik” durumunu ima etmez. Yine de Guth ve ortaklarının dogmatik bir biçimde ileri sürdükleri varyant budur.Evrenin sonlu olduğunu kabul etsek bile, “tekillik” düşüncesi bizi açık bir şekilde hayali nitelikte sonuçlara götürür. Görebildiğimiz evrenin ufak bir köşesini evrenin tümü olarak ele alırsak –ki bu hiçbir mantıksal ve bilimsel temeli olmayan keyfi bir kabuldür– her biri yaklaşık 100 milyar ana yıldız (bizim güneşimiz gibi) silsilesi içeren, 100 milyardan fazla galaksiden bahsediyoruz demektir. Guth’a göre, bu maddenin hepsi tek bir protondan daha küçük bir yerde yoğunlaşmış durumundaydı. Madde, saniyenin trilyonda birinin trilyonda birinin trilyonda birinin milyarda biri kadar bir sürede, trilyon kere trilyon kere trilyon derece sıcaklığındayken, sadece tek bir alan ve sadece bir çeşit tanecik etkileşimi vardı. Evren genişleyip sıcaklık düştükçe, farklı alanların, ilk basitlik durumundan “yoğunlaşmış” olduğu farz edilir.Böylesi eşi benzeri görülmemiş bir genişlemeyi harekete geçirecek enerjinin nereden geldiği sorunu ortaya çıkar. Bu bilmeceyi çözmek için Guth, bazı teorik fizikçiler tarafından varlığı öngörülen, ancak en küçük bir deneysel kanıta bile sahip olmayan, her yerde ve her zaman hazır bulunduğu varsayılan bir kuvvet alanına (“Higgs alanı”) başvurdu. Eric Lerner şu yorumda bulunur: Guth’un teorisinde, bir boşluk içinde bulunan Higgs alanı, gerekli tüm enerjiyi hiçlikten –ex nihilo– üretir. Onun ortaya koyduğu şekliyle evren, Higgs alanının lütfettiği büyük bir “bedava öğle yemeği”dir.[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] İmdada Yetişen Nötrino Büyük patlama taraftarlarının kendi konumlarına sımsıkı sarılmaktaki kararlılığı genellikle en gülünç perendeleri atmalarına yol açıyor. Kayıp “soğuk karanlık madde”nin % 99’unu boş yere araştırırken, evrenin sonsuza kadar genişlemesini önlemek için teorinin gerektirdiği niceliklere benzer bir şey bulamadılar. 18 Aralık 1993’te New Scientist, Evren Sonsuza Kadar Genişleyecek başlıklı bir makale yayınladı. Burada “Cepheus takımyıldızındaki bir grup galaksinin birkaç ay önce düşünüldüğünden çok daha az görünmez madde ihtiva ettiği” ve Amerikalı gökbilimcilerin eskiden ileri sürdüğü iddiaların “hatalı analizlere dayandığı” itiraf edildi. Araştırmalara harcanan yüz milyonlarca doları bir tarafa bıraksak bile işin ucunda bilimsel şöhret yatıyordu. Acaba bu gerçeğin büyük patlamayı bu denli bağnazca savunmakla bir bağlantısı olabilir miydi? Her zamanki gibi, görmek istediklerini gördüler. Gerçekler teoriye uygun olmak zorundaydı!Teorinin hayatta kalması için varlığı zorunlu olan “soğuk karanlık madde”yi bulmaktaki açık başarısızlık, bilim çevrelerinin daha sorgulayıcı kesimlerinde rahatsızlığa neden oluyordu. Zamanımızın Bir Çılgınlığı mı? manidar başlığıyla 4 Haziran 1994’te yayınlanan New Scientist’in başyazısı, karanlık madde fikriyle Viktorya döneminin gözden düşmüş “eter” kavramını –ışık dalgalarının uzayda yol almasına aracı olduğuna inanılan, görünmez bir ortam– karşılaştırıyordu:Görünmezdi, her yerde, her an hazır ve nazırdı ve 19. yüzyılın sonlarında her fizikçi ona inanırdı. Fizikçilerin ışığın içinde yayıldığı ortam olduğunu düşündükleri eterdi bu, ama bu düşüncenin bir hayalet olduğu ortaya çıktı. Sesten farklı olarak, ışığın, içinde yayılacağı bir ortama ihtiyacı yoktur. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Bugün, 20. yüzyılın sonlarında, fizikçiler Viktorya dönemindeki meslektaşlarıyla görülmedik ölçüde benzer bir durumdadırlar. Bir kez daha görünmez, her yerde ve her an hazır ve nazır bulunan bir şeye bel bağlıyorlar. Bu kez söz konusu olan karanlık maddedir.Bu noktada ciddi bir bilimcinin teoride temelden yanlış bir şeylerin olup olmadığını kendisine sorması beklenir. Aynı başyazı şöyle devam ediyor:Kozmolojide serbest parametreler bir yangın gibi her tarafı sarıyor. Eğer gözlemler teoriye uymuyorsa, kozmologlar basitçe yeni değişkenler eklemekten mutlu görünüyorlar. Teoriyi sürekli yamamakla, bazı Büyük Fikirlerin üzerinden atlıyor olabiliriz.Gerçekten de öyle. Ama “gerçeklerin” engel olmasına izin vermeyin. Şapkasından tavşan çıkaran bir sihirbaz gibi, birden bire nötrinoyu keşfettiler!Atomaltı bir parçacık olan nötrino, Hoffmann tarafından “varlıkla yokluk arasında kararsız dalgalanma” olarak tarif edilir. Diyalektiğin diliyle söylemek gerekirse, “Vardır ve yoktur.” Böyle bir olgu, bir şey ya kendisidir ya da değildir şeklinde kategorik bir iddia öne süren özdeşlik yasasıyla nasıl bağdaştırılabilir? Kuantum mekaniği tarafından tanımlanan atomaltı parçacıklar dünyasında her adımda tekrar ortaya çıkan bu gibi ikilemlerle karşılaşıldığında, genellikle, nötrinonun kütlesiz ve yüksüz bir parçacık olduğu düşüncesi gibi formülasyonlara başvurma eğilimi vardır. Hâlâ birçok bilimci tarafından savunulan ilk düşünce, nötrinonun kütlesinin olmadığıydı ve elektrik yükü kütlesiz varolamayacağına göre bunun kaçınılmaz sonucu nötrinonun her ikisine de sahip olmadığıydı. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Nötrinolar son derece küçük parçacıklardır ve bu nedenle saptanmaları zordur. Nötrinonun varlığı ilk defa, çekirdekten yayılan taneciklerin toplam enerji miktarındaki bir açığı izah etmek amacıyla ileri sürülmüştü. Belli bir enerji miktarı kaybolmuş görünüyordu ve bunun nereye gittiği açıklanamıyordu. Enerjinin korunumu yasası enerjinin ne yaratılabildiğini ne de yok edilebildiğini ifade ettiğinden, bu olgunun başka bir açıklamaya ihtiyacı vardı. İdealist fizikçi Niels Bohr, 1930’da enerjinin korunumu yasasını terk etmeye oldukça hazır görünmesine rağmen, bunun için biraz erken olduğu ortaya çıktı! Aradaki fark, daha önce bilinmeyen bir parçacığın keşfedilmesiyle açıklanmıştı: nötrino.Güneş çekirdeğinde 15 milyon santigratlık bir sıcaklıkta oluşan ve ışık hızıyla hareket eden nötrinolar güneş yüzeyine üç saniyede ulaşırlar. Katı maddenin içinden görünüşe bakılırsa onu hiç etkilemeksizin geçerek seller halinde evrene akarlar. Nötrinolar o kadar küçüktürler ki, dünyanın içinden dümdüz geçip giderler. Bu ele avuca gelmez tanecikler o kadar ufaktırlar ki, maddenin diğer biçimleriyle olan etkileşimleri de asgari düzeydedir. Dünyanın içinden ve hatta katı kurşunun içinden bile hiçbir iz bırakmadan geçebilirler. Aslında siz bu satırları okurken bile vücudunuzdan trilyonlarca nötrino geçiyor. Bir tanesinin vücudunuzda takılı kalabilme ihtimali ihmâl edebilecek kadar az olduğundan endişe etmenize gerek yok. Bir nötrinonun 100 ışık-yılı kalınlığındaki katı kurşunun içinden geçebileceği, soğurulma olasılığının ise yalnızca % 50 olduğu hesaplanmıştı. Bunca zaman saptanamamış olmasının nedeni de budur. Aslında, ne kütlesinin ne de yükünün olmadığı düşünülen ve 100 ışık yılı kalınlığındaki kurşunun içinden geçebilen bu kadar küçük bir parçacığın nasıl olup da saptanabildiğini hayal etmek zordur. Fakat saptanmıştır.Öyle görünüyor ki, bazı nötrinolar bir inç kurşunun onda biriyle durdurulabiliyorlar. 1956’da, Amerikalı bilimciler ustaca bir deneyle bir anti-neutrinoyu yakalamayı başardılar. Ondan sonra 1968’de her ne kadar bugünkü teorilerin öngördüğü miktarın sadece üçte biri kadar olsa da, güneşten gelen nötrinolar keşfedildi. Şüphesiz nötrino, hemen saptanamayacak özelliklere sahipti. Son derece küçük olması göz önüne alınırsa, şaşırtıcı değildi bu. Fakat, maddenin en temel özelliklerinden yoksun bir madde biçimi olduğu fikri açıkça çelişkiliydi. Nihayet, sorun tamamen farklı iki merkez tarafından çözüme bağlanmış gibi gözüküyor. İlkin, nötrinonun kâşiflerinden biri olan Frederick Reines, 1980’de, bir deneyde nötrino salınımının varlığını keşfettiğini ilân etti. Bu deney, nötrinonun bir kütleye sahip olduğunu gösterebilirdi, fakat Reines’ın sonuçları kesin sonuçlar olarak değerlendirilmedi.Ne var ki, tamamen farklı bir deney yapan Sovyet fizikçileri, elektron-nötrinolarının 40 elektron volt civarında bir kütlesi olduğunu gösterdiler. Bu miktar, bir protonun kütlesinin 2000’de biri olan bir elektronun kütlesinin bile sadece 13.000’de biri kadar olduğundan, nötrinonun uzun süre kütlesinin olmadığına inanılması hemen hemen hiç şaşırtıcı değildir.Son günlere kadar, bilimsel kuruluşların genel görüşü, nötrinonun ne kütlesinin ne de yükünün olmadığıydı. Bugün, birdenbire fikirlerini değiştirdiler ve aslında nötrinonun kütlesi olduğunu –ve üstelik epey bir kütlesinin olduğunu– ilân ettiler. Bu, Aziz Paul’un Şam’a giderken atından düşmesinden bu yana yaşanan en şaşırtıcı değişimdir! Aslında böylesi yersiz bir acele, bu mucizevi değişimin arkasındaki güdüler hakkında ciddi şüpheler uyandırmalıdır. Acaba, “soğuk karanlık madde” hakkında bilgi toplamaktaki apaçık başarısızlıkları yüzünden umutsuz bir duruma düştüler de, sonunda nötrinoya geri dönmeye mi karar verdiler? İnsan Sherlock Holmes’in Dr. Watson’a ne söylemiş olabileceğini ancak hayal edebilir! [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Parçacık araştırmaları alanındaki muazzam ilerlemelere rağmen mevcut durum belirsizdir. Yüzlerce yeni parçacık keşfedilmiştir, ancak şimdiye kadar Mendeleyev’in kimya alanında yaptığı gibi, belli bir düzen getirmeye muktedir tatmin edici hiç bir genel teori yoktur. Şu anda doğanın temel kuvvetlerini dört başlık altında gruplandırarak birleştirme çabası vardır, bu kuvvetlerin her biri farklı bir düzeyde işlev görür: Kütleçekim, elektromanyetizma, “zayıf” ve “güçlü” nükleer kuvvetler.Kütleçekim, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri bir arada tutarak kozmolojik ölçekte işler. Elektromanyetizma, atomları birbirine bağlayarak molekülleri oluşturur, güneşten ve yıldızlardan gelen fotonları taşır ve beynin sinapslarını harekete geçirir. Güçlü kuvvet, atom çekirdeğindeki proton ve nötronları bir arada tutar. Zayıf kuvvet, radyoaktif bozunma sırasında kararsız atomların dönüşümünde kendini gösterir. Sözü edilen son iki kuvvetten her ikisi de sadece çok küçük bir alanda kendini gösterir. Ne var ki, bu düzenlemenin konu hakkında söylenebilecek son sözü söylediğini varsaymak için hiçbir neden yoktur, hatta bir bakıma keyfi bir görüştür.Bu kuvvetler arasında büyük farklılıklar vardır. Kütleçekim madde ve enerjinin bütün biçimlerine etkirken, güçlü kuvvet sadece bir parçacık sınıfına etki eder. Ancak kütleçekim kuvveti, güçlü nükleer kuvvetten yüz milyon kere trilyon kere trilyon kere trilyon kat daha zayıftır. Daha da önemlisi, neden kütleçekim kuvvetine zıt bir kuvvetin olmaması gerektiği pek açık değildir, oysa elektromanyetizma hem pozitif hem de negatif elektriksel yük olarak kendini açığa vurur. Einstein’ın çözmeye uğraştığı bu sorun, evrenin doğası hakkındaki tüm tartışmalarda hayati bir öneme sahiptir ve halen çözülmeyi beklemektedir. Her bir kuvvet, neredeyse yirmi farklı parametreden oluşan farklı denklem kümeleriyle açıklanır. Bu denklemler sonuç verir, fakat hiç kimse nedenini bilmez.Büyük Birleşik Teoriler (“BBT”ler) denen teoriler, evrenin evriminde maddenin yalnızca geçici bir evre olabileceği fikrini ileri sürerler. Ne var ki, BBT’lerin protonların bozunumu konusunda yaptığı öngörünün doğrulanmamış olması, en azından BBT’lerin en basit versiyonunu geçersiz kılmaktadır. Kendi keşiflerine bir anlam kazandırma çabasıyla bazı fizikçiler, “süper simetri” teorileri (“SUSY”ler) gibi, çok daha esrarengiz ve olağanüstü teorilere giriştiler. Bu teoriler, evrenin başlangıçta dörtten fazla boyuta sahip olduğu iddiasındadır. Bu görüşe göre evren, örneğin on boyutta başlamıştır, fakat maalesef bunların dördü hariç hepsi büyük patlama sırasında çökmüş ve bugün fark edilmeyecek kadar küçük bir hale gelmiştir.Görünüşe göre bu nesneler, saf uzaydan yoğunlaşan madde ve enerji kuantası olduğu varsayılan atomaltı parçacıkların bizzat kendisidir. Böylece, evrenin temel olgularını açıklamak için yürüttükleri boş çabaların içinde bir metafizik spekülasyondan diğerine sürüklenip duruyorlar. Süper simetri, evrenin mutlak bir mükemmellik durumuyla başladığını varsayar. Stephen Hawking’in sözleriyle, “erken evren daha basitti ve çok daha çekiciydi, çünkü çok daha basitti.” Bazı bilimciler bu tür mistik spekülasyonları estetik nedenlerle haklı çıkarmaya bile çalışıyorlar. Mutlak simetrinin güzel olduğu farzedilmektedir. Böylece, kendimizi bir kez daha Platon idealizminin sığ atmosferinde buluruz.Gerçekte, doğa mutlak simetriyle karakterize edilemez, çelişkilerle, düzensizliklerle, büyük felâketlerle ve süreklilikteki ani kırılmalarla doludur. Bizzat hayatın kendisi bu iddianın kanıtıdır. Her canlı sistemde, mutlak denge ölüm anlamına gelir. Burada gözlemlediğimiz çelişki insanlığın düşünce tarihi kadar eskidir. Bu, düşüncenin “mükemmel” soyutlamalarıyla, gerçek maddi dünyayı karakterize eden zorunlu düzensizlikler ve “kusurlar” arasındaki çelişkidir. Bütün sorun, güzel olsun ya da olmasın matematiğin soyut formüllerinin, kesinlikle gerçek doğa âlemini lâyıkıyla temsil etmemesi gerçeğinden kaynaklanır. Böyle bir şeye inanmak birincil önemde bir yöntem hatasıdır ve kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlar çıkarmamıza yol açar. | |
|