Kâinatta her şey O’nun sevgisinin esiri olduğu için
köpeğin sızlanması bile Hakk’ın cezbesi, yâni O’nun çekişi iledir.
Çünkü herhangi bir şeye rağbet edenin, ona yönelenin karşısında, bir
yol vurucu, bir engel vardır. Yâni, köpeğin vazifesi evi korumak,
sürüyü beklemektir. Köpeğe bu vazifeleri engel olmasaydı, köpekler de
Hakk’ın cezbesi ile dağlara düşerler, birer Mecnûn-ı İlâhî olurlardı.”
“Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi ki, o cezbe sâyesinde leş yemekten kurtuldu da, pâdişahlar pâdişahının sofrası başına oturdu.”
“O köpek, Ashab-ı Kehf’in dostluğunu seçtiği, onlarla beraber
bulunmanın zevkine vardığı için, mağaranın kapısı önünde kıyâmete kadar
çanaksız çömleksiz, rahmet suyunu içip merhamet yemeğini yer durur.”
“Köpek postuna bürünmüş, yâni görünüşte hor ve hakir, adı sanı olmayan
nice kişiler vardır ki, perde arkasında, Ashab-ı Kehf’in köpeğine
verilen sevgi kadehinden içer dururlar.”
“Oğlum, o kadehi elde etmek için can ver! Nefisle savaşa girişmeden,
başına gelen belalara sabretmeden, hiç üstünlük elde edilebilir mi?”
“Bu sevgi kadehinden içmek için; sabretmek, sıkıntılar çekmek, pek
dayanılmaz bir mihnet ve meşakkat de sayılmaz. Sen de sabret ve
sıkıntılara katlan ki, sabır; ferah ve neşenin anahtarıdır.”
“Dünya pususundan, yâni bedene ait arzu ve isteklere sabretmeden,
acılara katlanmadan ve ihtiyatla hareket etmeden hiç kimse kurtulamadı.
Çünkü sabır, ihtiyatın eli ayağı gibidir.” (c.3, 207-213)
Peygamber Efendimiz, “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96;
Müslim, Birr, 165) buyurmuşlardır. Muhabbet ve onun netîcesi olan
beraberlik, beraber olunanla hemhâl olmayı icab ettirir. Çünkü “hâl
sârîdir” ve onun akım vâsıtası “muhabbet”tir.
Eskiler, “Kalpten kalbe yol vardır.”
demişlerdir. Bu yol, kalpten kalbe hâl akışını sağlayan muhabbet
kanalıyladır. Bu bakımdan kötülere muhabbet edenler, onların hâlleriyle
hâllendikleri gibi Allâh’ın sevgili kullarına muhabbet edenler de o
sevgili kulların hâlleriyle hâllenirler.
Bunu anlamak için, Ashâb-ı Kehf kıssasına dikkatle bakmak gereklidir.
Onların köpekleri Kıtmîr, sırf o sâlih kullarla beraberlik sâyesinde
yücelmiş ve hayvanlar arasında cennete girecek bir varlık hâline
gelmiştir. Allâh’ın sâlih kullarıyla beraber olmak, bir köpeği bile
cennetlik kılabildiğine nazaran, insanların böyle bir beraberlikten ne
azametli bir fâide elde edebileceklerini düşünmek gerektir.
Sâdî Şirazî -kuddîse sirruh-, Kehf sûresindeki Ashab-ı Kehf kıssasını misal göstererek:
“–Bir kelp, sâlihlere bekçilik ettiği için sâdıklaştı ve Kur’ânî bir
ifâde kazandı. Hazret-i Nuh -aleyhisselâm- ve Hazret-i Lût
-aleyhisselâm-’ın hanımları ise fâsıklarla beraber oldukları için küfre
düşüp cehennem yolcusu oldular.” demektedir.
Gerçekten muhabbeti lâyıkına, husûmeti de müstahakkına yöneltebilmek,
sahibini âbâd ederken, aksine muhabbeti lâyık olmayana, husûmeti de
müstahak bulunmayana yöneltmek, bunu yapanı bu yönelişlerdeki şiddet
nisbetinde bedbaht kılar.
Bu hakîkat göz önünde tutulduğunda, mânevî terakkî için Allâh’ın sâlih
kullarıyla berâber olup onların tesir dâiresi içinde yaşamanın lüzûm ve
ehemmiyeti net bir şekilde ortaya çıkar. Ancak bu takdîrde de istifâde,
muhâtaba duyulan muhabbet nisbetinde gerçekleşir. Yoksa, kuru kuruya
bir berâberlik -az çok bir fâide sağlasa da- istenen netîceyi hâsıl
etmez.
Ashâb-ı Kirâmın, mâzileri itibâriyle çorak
topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in sohbet meclisindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket
sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede, vaktiyle üstü kapalı olan eşsiz
fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ buldu. Sadırdan sadıra in’ikâs
eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle yıldız şahsiyetler inkişâf
etti. Câhiliyye devrinin merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri
diri gömecek kadar katı kalpli, hak ve hukûk tanımaz insanı eridi,
kayboldu. Aynı silüet içinde, fakat bu defâ, gözü gönlü yaş dolu,
diğergâm, ince, rakîk, hassas bir insan hüviyeti teşekkül etti.
Dünya hayatı, bütün varlıkları oyalayıp meşgul etme husûsunda bir nevî afyon gibidir. Yani Allâh’tan alıkoyucudur. Esâsen:
“–Dünya nedir?” suâline büyükler:
“–Allâh’tan alıkoyan herşey!” cevabını vermişlerdir. Dünyâ hayatı ise
her varlık için bir me’muriyettir. Bu me’mûriyetin nihâî gâyesi âhireti
kazanmaktır. Peygamber Efendimiz’den bu nükteye işaret eden “Dünyâ,
âhiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 412) beyânı rivâyet
olunmuştur. Yani insanoğlu, bu dünyada ne ekerse âhirette onu biçer.
Dünyânın oyalayıp gaflete sevketmek husûsundaki şu vasfını, dinin
hassas terâzisinde dengelemek lâzımdır. Gafletin zıddı teyakkuzdur. Onu
mutlak bir sûrette gerçekleştirme hâlinde dünya hayatını idâme ettirmek
mümkün olmaz. O takdirde denge bozulmuş ve beşerî davranışlar, akıl ve
mantık çerçevesinin dışına taşmış demektir.
Hazret-i Mevlânâ’nın yukarıdaki beyitlerinde ifâde ettiği üzere gaflet;
idrâk ve ihâtası kısır, mükellefiyeti basit olan bir köpekte bile
mutlak mânâsıyla zâil olsa o aşk-ı ilâhîyle dağlara düşer, me’mûr
bulunduğu bekçilik vazifesini yapamaz. O böyle olursa insanın mutlak
teyakkuzu hâlinde nasıl bir duruma geleceğini hesab etmek lâzımdır.
Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri bir şiirinde insanı gafletten teyakkuza şöyle davet eder:
Uyanıgör gafletten
Geç bu fânî lezzetten
İç kevser-i vahdetten
Tevhîde gel, tevhîde
O hâlde gafletten kurtuluş için kalbi tasfiye, nefsi tezkiye edip gönlü
mâsivâdan boşaltmak ve kâinattaki kudret, hikmet ve zarâfet
tezâhürlerini değişik manzaralar hâlinde gönülde seyredebilmek,
zarûrîdir. Mârifet ehli der ki:
“Ey mârifet yolcusu! Bu yolda; sabırsızlığı
sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyânı tâatla;
cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; hatadaki
ısrârı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle değiştirmedikçe
mesâfe alamazsın!..”
Osman Nuri Topbaş,” Ab-ı Hayat Katreleri”