hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Yunus Emre'nin haya

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Yunus Emre'nin haya 2duy3hj

Yunus Emre'nin haya Empty
MesajKonu: Yunus Emre'nin haya   Yunus Emre'nin haya EmptyPerş. Tem. 29, 2010 10:47 am

Yunus Emre'nin hayatı

Türk milletinin yetiştirdiği en büyük tasavvuf erlerinden ve Türk dili
ve edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olan Yunus Emre'nin
hayatı ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir.
Yunus'un bazı mısralarından, 1273'de Konya'da ölen, tasavvuf
edebiyatının büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı
anlaşılmaktadır; buradan da Yunus'un 1240'larda ya da daha geç bir
tarihte doğduğu sonucu çıkarılabilir. Bilinen hususlar onun
Risalet-ün-Nushiyye adlı eserini H.707 (M.1308) yılında yazmış olması ve
H.720 (1321) tarihinde vefat etmesidir.Böylece H.638 (M.1240-1241)
yılında doğduğu anlaşılan Yunus Emre XIII. yüzyılın ikinci yarısıyla
XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır.Bu çağ,Selçukluların sonu ile
Osman Gazi devrelerine rastlamaktadır.Yunus Emre'nin şiirlerinde bu
tarihlerin doğru olduğunu gösteren ipuçları bulunmakta; şair, çağdaş
olarak Mevlana Celaleddin,Ahmet Fakıh,Geyikli Baba ve Seydi Balum'dan
bahsetmektedir.

Yunus Emre (1238 - 1328)

Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk'ün İslam'a
bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus
Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700
yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve
ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış
mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük
katkılar sağlamış bir gönül adamıdır. Bazı kaynaklarda Anadolu'ya gelen
Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet
edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir'de
öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu'nun birkaç
yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden
"makam" adı verilen yer vardır. Bir garip öldü diyeler Üç gün sonra
duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin diyen Yunus, belki
de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp
gittiğini anlatmak istemektedir. Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus
Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır.
Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir: Eskişehir'in Mihalıççık
ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Kula
ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta'nın
Keçiborlu ilçesi civarı; Aksaray; Afyon'un Sandıklı ilçesi; Ordu'nun
Ünye ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Görüldüğü gibi sayı ve iddia
hayli kabarıktır. Bazı belgeler, Yunus Emre'nin asıl mezarının Karaman
veya Sarıköy'de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970'li yılların
başında Sarıköy'deki mezarın Yunus'a ait olduğuna kesin gözüyle
bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt
dikildi. 1980'li yıllarda ise, 1350'de yapılmış olan Karaman'daki Yunus
Emre Camii'nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia
edildi. Aslında bu durum, Yunus Emre'nin Türkler tarafından ne kadar
sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de halktan
biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile
getirişi itibariyle tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri
olma özelliğine sahiptir. Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu
olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların
hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere
oturtulur. Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre,
"gönül kırmamak" konusuna ayrı bir önem verir ve "üstün bir değer"
olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre'yi öne
çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve
telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. "Din tamam olunca doğar
muhabbet" diyen Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik,
iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder. Yunus'un sanat
anlayışı, dini ve milli değerleri bağdaştırdığı mısralarında kendini
gösterir; millileşen tasavvufa, Türkçe'nin en güzel ve en güçlü
özelliklerini kullanarak tercüman olur. Gerçekten de 11,12 ve 13.
asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun
Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan'da Ahmet
Yesevi, Anadolu'da Yunus Emre... Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında
dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini
yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya,
düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır. Yunus Emre aynı zamanda bütün
insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana'nın bir
benzeridir. O'nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan
kullandığı dil olan Türkçe'nin Batı'da Farsça kadar bilinmemesi, öte
yandan da Türk aydınlarının O'nu ihmal etmesindendir. Yunus'taki
insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş "sevgi felsefesi"nin
bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi
sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi
"Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü"dür. Yunus Emre'ye göre
insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı
gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh
yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde
birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar. Yaşadığı çağın gerçekleri göz
önünde bulundurulduğunda Yunus'un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar:
Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile
mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların
hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar
vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu
bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de
milli birliğin önemli tutkallarından biridir. Yunus Emre, kelimenin tam
anlamıyla "milli bir sanatçı"dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu,
Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi... Yunus Emre'nin şiirlerinde en fazla
işlenmiş temalar; İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve
faniliktir.



YUNUS?UN DÜŞÜNCE DÜNYASI:
Yunus Emre yalnızca Tasavvufla, dinle ilgili konularda, genellikle
coşkun, zaman zaman da öğretici şiirler yazmıştır. Konuları bu
çerçevenin dışına pek çıkmaz. Ama soyut bir dünya kurarak değil de,
yaşadığı somut dünyanın çağrışımlarıyla yazdığı için, şiirleri aydınlık,
sıcak, daha önemlisi, çağımızın insanına, öbür dünya özlemiyle
yanmayan, Tanrı?ya kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan çağdaş insanlara
da cana yakın gelen, şaşırtıcı bir gözlem gücüyle yüklü şiirlerdir.
Dinsel konularda yazıp böylesine yaşamın içinde kalabilen, aydınlık
olabilen başka şair yoktur sanırız. Bunda bağnazlığa karşı Tasavvufun
getirdiği hoşgörünün, bağışlama, sevgi gücünün büyük etkisi bulunduğu
bir gerçektir.

YAPITLARI:

Yunus Emre?nin iki yapıtı vardır:

1. Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı): Mesnevi biçiminde, aruz
ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir
başlangıçtan sonra, kısa bir düzyazı vardır. Ardından destanlar gelir:
Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab, Sabır, haset, Cimrilik, Akıl. Bu
destanların aruz ölçüsüyle yazılmadığını, ?mefâilün mefâilün feûlün?
ölçüsüne uyuyorsa da, her dizede birkaç uzatma yapmak gerektiğini,
hecenin 6+5=11 ölçüsüyle yazılmış olmasının daha akla yakın göründüğünü
söyleyenler de vardır. Öğretici, öğüt verici bir yapıt oluşu, çağımızda
geçerliği bulunmayan görüşleri savunması yüzünden uzmanlardan başkasının
pek ilgisini çekmemiş bulunan bu şiirin sonlarındaki ?Söze tarih yedi
yüz yediydi? dizesinden hicrî 707?de, yani miladî 1307 ya da 1308?de
yazıldığı anlaşılıyor. Abdülbâki Gölpınarlı bu şiiri, derlediği Yunus
Emre Divanı?nın başına koymuştur.

2. Divan : Yunus?un sağlığında düzenlenen divanı bulunamamıştır. Eldeki
divanlar çeşitli yazmalardan şiirlerin derlenip bir araya getirilmesiyle
düzenlenmiştir. 1904?de birinci, 1924?de ikinci basımları yapılan
Divan-ı Âşık Yunus Emre'den sonra, 1933-34 yıllarında Burhan Toprak
Yunus Emre Divanı?nı üç cilt olarak yayımladı, 1943?de iki cilt olarak
ikinci basımını yaptırdı. Gene 1943?de bilimsel bir çalışmaya dayanan
ilk Yunus Emre Divanı?nı Abdülbâki Gölpınarlı yayımladı.


BU KİTAP:

Memet Fuat burada, kitap hakkında açıklama yazısı yaptıktan sonra hangi derlemelerden yararlandığını ekliyor.

Uzmanlar halkımızın Yunus?un şiirlerini sürekli olarak yaşayan dile
dönüştürdüğünü, dil değiştikçe, ölçü ya da uyak zorlamasıyla
değiştirilemeyenler dışında, sözcüklerin hep günün konuşma diline
uydurulduğunu söylüyorlar. Tekkelerde de Yunus?un şiirleri yaşayan
dille, günün konuşma diliyle okunurmuş. XIII. Yüzyıldaki Oğuz lehçesini
bilimsel bir yanılmazlıkla saptamak olanağı da zaten yok. Bu bakımdan,
uzmanlar, Yunus?un şiirlerini yazarken, ışk yerine aşk; degül (ya da
değül) yerine değil; yatur yerine yatar; yürüyenin yerine yürüyeyim;
benven yerine benim demekten çekinmiyorlar.

Gene, örnekse, Gölpınarlı Divan?da:


İlâhi bir ışk vir bana, kandaluğım bilmeyeyin

Yavı kılayın ben beni isteyüben bulmayayın

Diye yazdığı bir beyiti, öğrenciler için derlediği seçmeler kitabına şöyle alabiliyor:


İlâhi, bir aşk ver bana,nerdeyim hiç bilmeyeyim

Kaybedeyim de ben beni, istesem de bulmayayım.

Böylece Yunus Emre?nin kullandığı lehçeye daha yakın kalınmaya
çalışıldı. Noktalama işaretleri de kullanılmadı, çünkü günümüzün okuru
şiirde noktalama işareti arayan bir okur değil kanısındayız. Ayrıca,
Yunus?un şiirleri, yaşadığı çağda kullanılmayan bu noktalama işaretleri
olmadan da rahatça anlaşılıyor.

Çoğu şiirlerde dörtlük biçimi seçmemiz ise uzmanlar arasındaki
tartışmada yan tuttuğumuzdan, bir savımız olduğundan sanılmasın.
Yalnızca, ?Halk şairi değildir, ama halkın şairidir? denilen Yunus?un
böyle daha aydınlık, daha sıcak, daha halka yakın görüldüğüne
inanıyoruz.
ŞOL CENNETİN IRMAKLARI [?]

Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve
yaşattığı inanç sistemi; Kuran?ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin
(Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur.

Bu inanç sisteminde tek varlık Allah?dır. Allah bütün bilinen ve
bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır.
Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler
onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun
isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel
isimlerinden birinin belirişidir.

Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez

***

Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş

Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde

Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik
suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu
çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş
duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi
yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi
algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah?ın esmasının
(isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu ?Efal Alemi?
dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da ?Şehadet Alemi? olan, ayrı ayrı
varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının
müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek?in yansıması,belirişidir. Bu izaha
tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir.

Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir
varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La
taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap
(Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.

Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken
Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.

Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı,
Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.

Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir
Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken.?

?Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım
Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.

Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden
Hakk?dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım.?

?Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım
Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım.?

***

ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden

Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana

Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir.

1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.

Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa

Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana

Şeriat ehli ırak eremez bu menzile

Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana

2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal
Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da
denir.

3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve
Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve
Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır.

Tüm bu oluşlar Kuran?ı Kerimde ?Altı günde yaratıldı? ayetiyle beyan
edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal?e ait
olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen
şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve
Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı Hakkın
Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,?İnsan benim
sırrımdır? sözünün bir hükmüdür.Varlığın başlangıcı ve son sınırı ise
Aşk?tır.O yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane
haldedir. Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç
isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı
hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini
eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık
olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların
bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi
varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik)
sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak
?An? vardır.Çünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen)
cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar
bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları
oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk
mertebeleri ,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak
varlık bilinmiştir.

Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık

İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk

Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri

Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk

Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir.
Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) ?i dilemektir.
Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın
bir özetidir.

Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu

Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk

Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak

Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda bulduk

Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta kasidesinde ;

?Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda,
Hep hüviyettir görünen, yok Huda?dan maada? ?

mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi
tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile
getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve
Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın
keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve
hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda
seyrettiğini anlatır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Yunus Emre'nin haya
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Eğitim :: Ödevler Dersler Tezler-
Buraya geçin: