Dini,
Hurâfeler Yığını Haline Getirmek, Yozlaştırmak; Tahrif Çabasıdır
Din ve Kitap üzerinde o
kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için
gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma
ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi
görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah'ın âyetlerini amacı
dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah'ın vahyi, hevâ ve
isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.
İşte din, böyle garip
bırakalınca, düşmanlar tarafından bid'at, hurâfe, israiliyat ve şirk
unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da
bunlar İslâm'dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya
çalışıldı. Bunların Kur'an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını
yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü'minleri
beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i
Kitap'tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur'an'ın
dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır. (Bkz. 15/Hıcr, 9). İşte
bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız'a sahip çıkabiliriz. Yeter ki
bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip
olalım.
Mûsâ ümmetinin Tevrat'a
yaptığının benzerini Muhmmed ümmeti de Kur'an'a yaptı. Onu taşıması ve
iki ayaklı Kur'an olması gerekenler Allah'tan değil de, yöneticilerden
korktukları için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde
hükmedilmek için indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya,
muskalar yazılmaya, anma günlerinde "müsekkin" olarak kullanılmaya
başlandı. Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahudileşme temâyülüne
kapılsa da, Kur'an'ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü bu iki
kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat'ın korunmasını
İsrâiloğulları âlimlerine tevdî etmişken, Kur'an'ın korunmasını bu
ümmetin âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: "Elbette Biz,
Biz indirdik Zikr'i (Kur'an'ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz."
(15/Hicr, 9).
Kur'an, Tevrat'ın
tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde yapıldığını farklı
kavram ve terimlerle ifade eder:
a- Tahrif yoluyla: (2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41)
b- Tebdil yoluyla: (7/A'râf, 162).
c- Gizleme yoluyla: (2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 71).
d- Unutma yoluyla: (5/Mâide, 13).
e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir
müddet sonra Kitab'ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar onu da
Kitab'ın metninden zannediyorlardı. Her tahrif, "tahlit"i (karıştırma)
beraberinde getiriyordu. Kur'an buna dikkat çeker: "Ey ehl-i kitab,
niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?"
(3/Al-i İmran, 71).
Aynı tip tahrifi
müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun
en tipik örneğiydi. Allah'ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma
hadislerle yeni haramlar ihdas ettiler. Allah tarafından korunmuş
kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivayetleri en
güvenilir kitaplarına (tefsirlerine, hadis kitaplarına) aldılar. Selman
Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların
elinde İslâm'a karşı kullanacakları birer koza dönüşecek "Garanik" türü
rivayetlerle doldurdular kitaplarını.
Nâsih-mensûh ile ilgili
tuhaf ve Kur'an'dan şüphe uyandıracak rivayetlerle, tefsir ve te'vil adı
altında nice tahrifat içinde Kur'an'a yaklaşımlar söz konusudur.
Müslüman
İsrâiloğullarının yahudileşme alâmetleri, ümmet-i Muhammed içerisinde de
tezahür etmiştir. Bunların başında din âlimlerinin Kitab'ı birtakım
gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları gelmektedir. Bu eğilimin
günümüzdeki temsilcileri, Allah'ın hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina,
içki, piyango, heykel ve tesettür gibi konularda tam bir yahudileşme
temayülü sergilemektedirler. Özellikle Bel'am kılıklı âlim müsveddeleri
âyetleri işine geldiği gibi yorumlayarak tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
"Yoksa, siz Kitab'ın bir
kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" (2/Bakara, 85) Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh
konusunda İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur'an'ın iki kapağı
arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur.
Şeriatların maksatlarından biri olan "tedrîcilik" sünnetini göz önüne
almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip
bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin, Hz.
Peygamber'den Kur'an'da metni bulunan hiçbir âyet için "bu âyet
mensuhtur" biçiminde sahih bir rivayet gelmemiştir. Ayrıca, mensuh
olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet
yoktur.
Sünnetin tahrifi ve
İsrâiliyât (hem yahudi ve hıristiyan kaynaklarından ve hem de modern
hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif ve tahripleri insanımızın
zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye yetmiştir. Çağdaş tahrif
akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik, Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik,
Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları, devlet âlimi (kapıkulu
ulemâsı) olan Bel'amlar, modernist muharrifler (reformcular) ve daha
niceleri sayılabilir. (23)
Tahrifin ve hurâfeciliğin
ikinci bir sebebi de, siyasal sebeplerdir. Bu da, yine bâtıl
zihniyetlerin yönetim anlayışlarını aynen almak ve Allah’ın hükmü yerine, bâtıl yönetimin
her çeşit kurallarına mutlak bir şekilde uymak şeklinde olmaktadır.
Bâtıl yönetime ve zâlim tâğutlara itaat için hak din en önemli engel
olduğu için din, uydurma te’villerle tahrif edilmeye çalışılacak veya
hak gizlenecektir. Hakkın râzı olduğu din, halkın ve tâğutların râzı
olacağı şekilde çarpıtılacaktır ki, bu da dine bid’at ve hurâfelerin,
hatta açıkça şirk unsurlarının katılmasıyla veya bazı hakikatlerin
örtbas edilip yok sayılmasıyla gerçekleşecektir. İşte dine bu müdâhele,
atma ve katma, tahrif kavramıyla ilgilidir ve hak dine en büyük
ihânettir.
"Benden sonra birtakım
emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder,
yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de
onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır.
Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse
bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana
ulaşacaktır." (Sünen-i Tirmizî, 121,
hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168)
"Benden sonra, yakında
birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları
gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır
görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz
kopararak verirler." (Ahmed
Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim,
Müstedrek)
Sünnetin
Tahrif Çabaları
Sünnet, Kur’an’ın hayata
dönüşmüş şeklidir. Sünnetin kavramsal alanı, kitabî ve teorik olanla
değil; hayatî ve pratik olanla ilgilidir. Zaten “sünnet” sözlükte
alışılmış yol, takip edilen örnek, taklit edilen davranış şekli gibi
anlamlara gelmektedir. Onun içindir ki Kur’an, kendisini değil;
Rasûlullah’ı örnek gösterir (33/Ahzâb,
21).
İsrâiloğullarının kendi
Kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadiste
yapmıştır. Önceki ümmetlerin vahyin aydınlık yolundan nasıl saptığını
çok iyi bilen Rasûlullah, onların kötü sünnetlerini takip etmemesi için
bu ümmeti tekrar tekrar uyarmıştır. Özellikle müslüman İsrâiloğullarının
nasıl yahûdileştiklerini bu ümmete ibretâmiz bir örnek olarak gösteren
Allah Rasûlü, bu ümmetin de “onların yolunu karış karış, adım adım
izleyeceğini” (Buhâri, İ’tisam, 14; Müslim, İlim 6) bir mûcize olarak
daha o günden beyan etmiştir. Rasûlullah’ın, bu ümmetin yahûdileşmesi
konusunda gösterdiği hassâsiyet, Kur’an’dan kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın bu konudaki en büyük uyarısı
“Kitabın arkaya atılması” konusundadır. Çünkü müslüman İsrâiloğullarını
yahûdileştiren en büyük sebep, Kitaplarını arkaya atarak onun
hükümlerini terketmeleridir: “Kitap verilenlerden bir grup, Allah’ın
kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar.” (2/Bakara, 101)
“Allah, kendilerine kitap verilenlerden ‘onu mutlaka insanlara
açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Fakat onlar
verdikleri sözü arkalarına attılar ve ona karşılık bir miktar ücret
aldılar.” (3/Âl-i İmrân, 187)
Vahyin arkaya atılıp
“metrûk” bir tarihî hâtıra haline getirilmesi yalnız Allah'a karşı
değil; Peygamber’e karşı da bir hakarettir. Ümmetinin bu yâhudileşme
alâmetini Rasûlullah’ın kıyâmette Allah Teâlâ’ya nasıl şikâyet edeceği Kur’an’da
şöyle ifade edilir: “Peygamber der ki: ‘Ya Rabbi, halkım, bu Kur’an’ı terkedilmiş bir halde
bıraktılar!” (25/Furkan, 30)
Rasûlullah’ın kesin
emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur’an dışında bir şey yazan
hemen onu imha etsin!” (Müslim, Zühd 72; hadis no: 3004; Dârimî,
Mukaddime 42; Ahmed bin Hanbel, 3/12, 21, 39) buyurması, sahâbenin kendi
sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip
buna izin vermemesi (Dârimî, Mukaddime 42, Tirmizî, İlim 11) hep bu
ümmetin Kitab’ı tahrif ederek yahûdileşeceği korkusu yüzündendir.
Sünnetin temiz ırmağını
bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek, en
uygun yoldu. İsrâiloğulları, tahrife daha çok ekonomik çıkarlar
yüzünden girişmişlerdi. Müslümanlar ise tahrif işine siyasal çıkarlar
yüzünden bulaştılar. İlk uydurulan rivâyetler, hizip savaşlarında
kullanılmak için uyduruldu. Örneğin “Kaderiyye, bu ümmetin
mecûsileridir” sözü bunlardan biriydi. Rasûlullah’ın vefatından onlarca yıl sonra
ortaya çıkan bir mezhep hakkında, Onun ağzından yalan uydurmaktan
çekinmemişlerdi Kaderiyye’nin muhâlifleri. Tabii Kaderiyye de karşı
taraf için uyduruyordu. Mürcie hakkında uydurulan şu mevzû hadis
onlardan biri: “Nebi buyurdu ki: ‘Mürcie’ye yetmiş peygamberin dili
lânet okusun!” (Bağdâdî, el-Fark, s. 190).
Uydurmacılık, sadece
kelâmî mezhepler arasında kalmıyor, fıkhî mezhepleri de kapsıyordu.
Müfrit bir Hanefî mezhebi müntesibinin uydurduğu şu söz bunlardan biri:
“Allah Rasûlü buyurdu: ‘Ümmetimden bir adam çıkar; Ona Muhammed bin
İdris (İmam Şâfii) denir. O adam, ümmetime İblisten daha zararlıdır.
Yine ümmetimden bir adam çıkar; ona Ebû Hanife (İmam Âzam) denilir. O
ümmetimin kandilidir.” (Zehebî, el-Mîzan3/129; Cezerî, Câmiu’l Usûl
1/137).
Uydurmacılığın
en tehlikeli yanlarından biri, Allah’ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmekti.
İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını
Kur’an’dan öğreniyoruz: “Tevrat indirilmeden önce, İsrâil (Yakup
Peygamber)’in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına
bütün yiyecekler helâldi. De ki: Getirip okuyun Tevrat’ı, eğer doğruysanız!” (3/Âl-i İmrân, 93) (Gerçekten de
İsrâiloğullarının kendilerine yasak kıldıkları inek etinin Tevrat’ta
helâl kılındığını görüyoruz: Levliler, 22/20-30).
Allah’ın koymadığı
yasakları koymak, sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı.
Çünkü, eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa elbette bunun bir hikmeti
vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini
gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da bütün
insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.
Arap ırkına has hayat
tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi
altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin “değişken” ve
“sâbitelerini” birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme
sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç
gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din,
kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya
başlıyor; kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı
lâubâlileşiyordu. Bu, tam İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’dan sonra dinlerine
karşı lâubâli oluş serüveninin aynısıydı.
Dün, tiyatro konusunda
konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından, bugün “İslâmî tiyatronun farziyyeti”
derecesine, dün “erkek çocuklarını dahi okula göndermeme” ifrâtının
ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına “başlarını
açıversinler canım” tefritine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen
ancak tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday “hidâyet filmleri”ne, dün
telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut
yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen “İslâmî konser”lere, dün
dinlenmesi “haram” olan radyodan bugün kurulması “farz” olan televizyon
istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukarıda vardığımız yargıyı sadece
doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde
gözlerimizin önüne seriyor. (24)
İsrâiliyyât
Tahrif ve hadis
uydurmacılığı bahsinde önemli bir konu da İsrâiliyyât’tır. İsrâiliyyât,
önceleri İsrâiloğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken,
daha sonra İslâm kültürüne (daha doğrusu bazı müslümanların kültürüne)
girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir.
İsrâiliyyât kaynaklarının başında Tevrât ve onun şerhleri gelir.
Uydurma olduğu kesin olan
İsrâiliyyâta karşı Rasûlullah’ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde
İsrâiloğullarına ait kitaplardan –ki bu kitap, bazı hadis şârihlerinin
zannettiği gibi Tevrat değildi, baştan sona uydurma rivâyetler içeren
yahûdi sözlü geleneğinin kaynağı olan Mişna adlı bir kitaptı- biriyle
gelen Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı (Ahmed bin Hanbel, 3/378).
Kur’an’ın ve sünnetin
yaklaşımı esas alınarak İsrâiliyyât, üç kısımda değerlendirilir: 1-
Doğruluğu tasdik edilen İsrâiliyyât, 2- Yalan olunduğundan emin olunan
İsrâiliyyât, 3- Doğru ya da yalan olduğu bilinemeyen İsrâiliyyât.
Kur’an, Tevrat’ın mihenk taşıdır. Kur’an’ın kabul ettikleri doğru,
reddettikleri yalan, sükût ettikleri ise meçhuldür. Meçhul rivâyetler
karşısında tavrımızın ne olması gerektiğini Rasûlullah açıklamıştır:
“Kitap ehlini ne yalanlayın, ne de tasdik edin. Deyin ki: ‘Allah'a ve
Allah’ın
bize ve size indirdiği âyetlere iman ettik.” (Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhid 51)
Rasûlullah, müslümanlara
yaptığı bu tavsiyeyi (her konuda olduğu gibi) önce kendi tutmuş, kitap
ehlinin Tevrat’tan İbrânice okuyup da Arapçaya çevirerek anlattıkları
kimi hikâyeleri sadece dinlemekle yetinmiştir. Esasen bu hikâyeler,
asırlardır o bölgede oturmakta olan yahûdiler tarafından sürekli
anlatıla anlatıla artık bölge halkının ortak kültürü haline dönüşmüştü.
Bunlar içerisinde Tevrat’ta yer alan bir cümlenin atasözü haline gelmişi
olan “kadın, kürek/eğe kemiğinden yaratılmıştır” sözü örnek olarak
anılabilir.
Deccâl, mehdî, kıyâmet
alâmetleri gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet nakledilir. Birçoğunun
aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyâttan olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi
nakledilmektedir. (Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-Ahbar,
Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbiler dahi rivâyet
etmişlerdir. Bir sahâbinin kendisinden sonraki nesle mensup birinden
rivâyetine usûlde “tedlis” denir.)
İşte buna benzer “senedi
sahih, metni illetli” bir rivâyetin aslını araştıran bir muhakkikin
tesbiti: “Zübeyr bin Avvam, hadis rivâyet eden bir adam duydu. Adam
hadisi bitirene dek bekleyen Zübeyr ona şöyle dedi: ‘Sen bunu
Rasûlullah’tan mı duydun?’ Adam ‘evet’ dedi. Zübeyr şöyle dedi: ‘İşte bu ve benzerleri beni
Nebî’den hadis rivâyet etmekten soğutanlardır. Ömrüme yemin olsun ki,
ben bunu Rasûl’den duydum ve bu söylediğinde Rasûlün yanındaydım. Fakat
Rasûl bu hadise başladığında biz ona kitap ehlinden bir adamın sözünü
aktardık. Ve sen, ‘evet, duydum’ diyen kişi, sen hadisin başı bittikten
sonra geldin ve kitap ehlinden bir adamın anlattıklarını Rasûlullah’ın hadisinden zannettin.”
(İbnu’l Cevzî, Def’u Şübheti’t Teşbih, s. 38).
İşte bu rivâyet, bazı
sahâbilerin dahi yahûdilere ait birtakım rivâyetleri sözün başına
yetişemedikleri için Rasûlullah’ın söylediğini zannederek rivâyet ettiklerinin en ilginç
delili. Bu gibi örnekler, mûteber hadis kaynaklarındaki senedi sahih,
lâkin metninde İsrâilî rivâyetler olan hadislere nasıl bakmamız
gerektiğini göstermektedir. İşte şu hadis de onlardan biri: “Ölüm meleği
Mûsâ’ya gönderildi. Mûsâ ona bir yumruk vurdu ve gözünü çıkardı. Melek
Rabbine geri dönüp dedi ki: ‘Beni ölmek istemeyen birine gönderdin’
Allah, gözünü geri iâde etti ve buyurdu ki: ‘Dön, eğer yaşamak istiyorsa
elini öküzün sırtına koymasını söyle, avucunun aldığı her kıla karşılık
bir yıl yaşar. Mûsâ sordu: ‘Ya Rab, ya sonra?’ Allah cevapladı: ‘Ölüm!’
Mûsâ dedi: ‘O zaman şimdi gelsin...” (Buhâri, Cenâiz 69)
Sözkonusu hadislerden
biri de şudur: “Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.”
(Müslim, Cennet 26). Bu hadis rivâyeti, Tevrat’taki cümlelere çok
benzemektedir (Her bakımdan yanlış bilgilerle dolu olan Tevrat’taki
konuyla ilgili cümleler için bkz. Tekvin, 2/10-14). Kur’an’a aykırı olan
İsrâiliyyât, tefsirlerde de çokça yer alır. İsrâiliyyât, Kur’an ve
sünnet ölçüsüne vurularak süzgeçten geçmeden ulu orta kaynak olarak
kullanılırsa, geçmişte olduğu gibi bir yığın hurâfe ve yalanın
müslümanların kaynaklarına karışması sonucunu doğuracağı gibi, dinin
tahrifini de beraberinde getirir.
Çağdaş
İsrâiliyyât
Bugün, İslâmî kültürü
tehdit eden, eski İsrâiliyyât değil; adı İsrâiliyyât olmayan ve çoğu
kimsenin dikkatini çekmeyen çağdaş İsrâiliyyâttır. İsrâiliyyât, bizce
“tahrif kültürü”nü sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife
yönelen her kültür, “isrâiliyyât” kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda
İslâm kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin
isrâiliyyâtıydı. Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda
bulundu, hem yozlaştırdı. Yüzyıllardır boşu boşuna tartışılan ve “imanın
kelâmlaşması” demeye gelen Allah’ın
sıfatları meselesi, dünyanın “kadîm/hâdis”liği meselesi, “haşir”
meselesi, “cüz’ü lâ yetecezzâ” meselesi hep bu kültürün İslâm kültürüne
etkisiyle ortaya çıkan incir çekirdeğini doldurmayan meselelerdi.
Bugünün en tehlikeli
isrâiliyyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Marksizm, sosyalizm, şövenizm, kapitalizm ve
Kemalizm birer isrâiliyyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm,
sekülarizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm
kültürünü ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden
isrâiliyyâttır. Türk-İslâmcılık, İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde
moda olan laik İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak” bir tür
“düşünce şirki” elde edilen yahûdileşme ve gâvurlaşma
temâyüllerindendir. Bu gibi düşünce şirklerine fetva tedarik etmekle
görevlendirilen resmî din adamları taifesiyle Kur'an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile hakkı
gizledikleri” için kınadığı yahûdileşmiş din adamları arasında garip bir
ilişki var.
Laisizm, son moda
isrâiliyyât olarak günümüz Türkiye müslümanları için çok ciddi bir
tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanca düşünme ve yaşama
felsefesini kökten tehdit eden laisizm sadece kültürümüzü değil;
imanımızı da tehdit etmekte. Kadim/eski isrâiliyyât, kelimeleri
yerlerinden ederek düşünceyi tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş
isrâiliyyât olan laisizm ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden
ederek düşünceyi tahrif ve imanı tahrip etmektedir. Bu çağdaş ilhad
modası, hayatla imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir
konum almakta, bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek”
hıristiyanlaşmaktadırlar. Laisizm, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu”,
yani bir “hıristiyanlaşma”dır.
Ancak, şu bir gerçektir
ki, isrâiliyyâtın ister eski, ister çağdaş olsun tüm çeşitlerinde
yahûdilerin parmağı hep olagelmiştir. İslâmî kaynaklara girmiş kadim
isrâilî rivâyetlerin başında deccal ve mehdi haberleri gelirdi. Çağımız
yahûdileri, tekellerinde tuttukları basın-yayın ve iletişim araçları
vasıtasıyla süper güç adı altında insanların zihninde “heyûlâ” haline
getirilen yeni “deccal” ve “mehdi”ler imal etmektedir. İnsanlığın
bilnçaltına yerleştirilen bu güçler, kimi için “korku”, kimi için “umut”
haline getirilmektedir.
Bugün iletişim organları
sayesinde çağdaş teknoloji muazzam bir hurâfe haline getirmektedir.
İnsanlar makinelerde, onlarda olmayan birtakım güçler vehmeder
olmuşlardır. Çağdaş
isrâiliyyât, “yazılı âyetler” dışındaki üç âyeti de tahrife yönelmiştir.
İnsanın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan insan,
hem fiziğiyle hem metafiziğiyle tahrip edilmekte, kitlesel imha
silâhlarıyla bedeni tehdit altındayken, kitle iletişim araçlarıyla da
duygu ve düşüncesi tahrip ile karşı karşıya kalmaktadır.
Olayların tahrifi:
Yine, Allah’ın âyetlerinden
bir âyet olan “âyât-ı hâdisât” da yahûdi kartellerin elinde tuttuğu
uluslararası medya tarafından tahrif edilerek insanların haber alma
emniyeti katledilmektedir. Olaylar, olduğu gibi değil; haberi
aktaranların istediği gibi, tahrife uğrayarak insanlara sunulmaktadır.
Tabiatın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden dördüncüsü olan “âyât-ı
kâinât”, yani tabiat, teknoloji adlı canavarın tahrifine uğramakta,
ekolojik ve biyolojik denge tahrip olmaktadır. Allah’ın kevnî âyeti olan tabiatın
tahribine yol açan bu “teknolojik tahrif”i de, insanlığın istikbalini
tehdit eden bir tahrif çeşidi olarak görmek yerinde olacaktır.
Türkiye gibi pozitivist
eğitimin tutmadığı, bunun sonucunda da genç kitlelerde büyük bir inanç
boşluğu meydana gelen taklitçi ülkelerde şimdilerin en moda
isrâiliyyâtı, yıldız falcılığı, astroloji ve burç falcılığı, medyumluk
gibi sapkınlıklardır. Bir asra yakın zamandır dinî olan her şeyi yok
etmek için insafsızca savaşan resmî ideoloji, dinin yerine koyacak bir
şey bulamayınca, ortalığı bu sahte dinler, nazar boncuğu, uğur totemleri
vs. gibi sosyete putları kapladı. Bu sahte dinlerin peygamberleri de
medyum, astrolog, nümerolog, müneccim adı altında ortaya çıkan
kimselerdi.
Bazı
Hurâfeci Tahrif Akımları
Tahrif konusu işlenirken,
örnek olarak gösterilen tahrifçi akımlar, hep hicrî ilk üç yüz yıllık
bir dilimden gösterilir. Oysa ki, İslâm ümmeti içerisinde daha sonra
ortaya çıkan tahrifçi mezhepler, dinde yaptıkları tahribat açısından
öncekilerden hiç de aşağı değildirler. Bunların en önemlileri Bahâîlik,
Kadıyânîlik, Hurûfilik, Ebced ve Cifircilik, On dokuzculuk,
İskendercilik gibi bâtıl mezhep ve akımlardır.
İran ve
Hindistan-Pakistan gibi ülkelerde yaygın olduğunu gördüğümüz Bahâîlik ve
Kadıyânîliğin Türkiye toprakları üzerinde pek etkisi olmadığını
belirtelim.
Hurâfeci
Tahrif Akımlarından Hurûfîlik, Ebcedcilik, Cifircilik:
İnsanlık tarihinde tevhid
akîdesini bulandıran bir yığın hurâfe çeşidi olagelmiştir. Bunlar bazen
ağaç, ırmak, inek, yıldız, güneş, ateş, yer, gök gibi müşahhas/somut
varlıklar olabildiği gibi, bazen de peri, gulyabânî, dev, hortlak vs.
gibi mücerret/soyut tasavvurlar da olabilmektedir. İnsanın, olmayan bir
şeyi vehmetmesiyle, eşyada olmayan bir gücü onda varmış gibi hissetmesi
arasında temelde bir fark yoktur. Bunların tümü birer “tahrif”tir,
imanın tahrifi...
Somut birer varlık olan
eşyada güç vehmetmekten daha beter bir hurâfe olan soyut birer sembol
olan harf ve rakamlarda birtakım sırlar ve manalar vehmetmek,
insanoğlunun en eski hurâfelerinden biridir. Bu hurâfeler, kendisine
inanan insanlarda gösterdiği etki sayesinde yaygınlaşmakta, bâtıl da
olsa, insanın duyuları üzerindeki baskısı sonucunda gerçekleşen birtakım
fizikî tezâhürler, “evhamlı” insanların hurâfelere inanmasına delil
olmaktadır.
Din, her şeye gücü yeten
bir varlığa (Allah); sihir ise, tabiattaki somut ya da soyut bir güce
yönelmektir. Dinin bir cemaati, sihrin ise sadece müşterisi vardır.
Dinde günah ve haram anlayışı varken, sihirde yoktur. Dinde açıklık ve
anlaşılırlık, sihirde ise kapalılık ve gizem esastır. Dinde erdem, itaat
ve bağlanma; sihirde ise menfaat vardır. Sihir, ilâhî otorite ve ahlâkî
kuralların dışındadır. İddiası, tanrı(lar)ı zorlayarak bir şey
yaptırmaktır. Sihirbaz, menfaati için her kutsalı kullanmakta bir beis
görmez.
Hurûfîlik, tarihin en
eski hurâfe yöntemlerinden biridir. Harfler ve rakamlarla insanların
duyguları üzerinde baskı kurma, onları, tabiat üstü varlıkları harekete
geçiren birer parola olarak kullanma işinin bir parçası olan rakam
değerli harf sistemini (ebced, cifir), yahûdileşen İsrâiloğulları
sistematik bir biçimde kullanmışlardır.
Sihirbazlık ve yıldız
falcılığı Tevrat’ta yasaklanmasına rağmen (bkz. Levililer, 19/26, 31;
20/27; Çıkış, 22/18; İşaya, 47/ 8-14) yahûdiler bu işi yapagelmişlerdir.
Hatta Kabala adı verilen ve ebced hesabına çok benzeyen bir rakamsal
sihir sistemi yahûdilere atfedilir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın “peygamber” değil de; büyücü
olduğunu iddia eden yahûdileri reddederek sihrin ilk defa nasıl ortaya
çıktığını Bakara sûresi, 102. âyette bildirir.
Yahûdiler, eski
alışkanlıkları gereği hep gizemli şeylerin ardına düşüyorlar, tabiatta
insanla uyum içerisinde yaşayan şeffaf güçleri, hasımlarının aleyhine
kullanmanın yollarını arıyorlardı. Ayrıca “Ebû Câd hesabı” diye bilinip
Türkçeye “ebced hesabı” olarak geçen rakam değerli harf sistemiyle,
gelecekte vuku bulacak birtakım olayları bileceklerini iddia
ediyorlardı.
İslâm âlimleri, ebced
sistemine hurâfe olarak bakarlar. İbn Hacer bu sistemle varılan
sonuçların bâtıl olduğunu, ona itimat etmenin câiz olmadığını söyler.
İbn Abbas (r.a.)’ın da ebced hesabından insanları sakındırdığı ve onu sihrin
bir çeşidi sayarak “bu hesabın şeriatta yeri yoktur” dediği aktarılır
(Süyûti, el-İtkan, 3/26).
Cifr, ebced, cümmel vs.
gibi adlar verilen rakam değerli harf sistemiyle olayların zamanını,
yerini, durumunu, sırrını keşfetmek için yapılan bu hurâfecilik işlemine
“hurûfîlik” adını verebiliriz. Tarihte bu adla ünlenmiş bir ekol de
bulunmaktadır. İran’lı Fazlullah Hurûfî (ö. 1394) adlı bir şeyhin
kurduğu bu tarikatta, görülmeyen güçleri harekete geçirmek ve tabiat
üstü kuvvetleri kullanmak için birtakım harf, rakam ve şekillere özel
anlamlar yüklenir.
On
Dokuzculuk; Hem Çağdaş, Hem Hurâfe:
Hurûfîliğin çağdaş bir
tezâhürü de 19’culuk akımıdır. Amerika’da yaşamış Türk asıllı bir Mısır
vatandaşı olan biyokimya doktoru Reşat Halife’nin bilgisayar
analizlerine dayanarak icad ettiği “on dokuz mûcizesi”, piyasaya ilk
sürüldüğünde hayli taraftar buldu kendisine. Reşat Halife iddiasını, “on
dokuz” sayısının Kur’an’ın kodu olduğu tezi üzerine kurmuştu. Tarihte çıkan her fırka
gibi o da delillerini Kur’an’dan getirmeye çalışıyordu. Ama, on dokuz
sayısının mûcizeliğinin ispatı yapılırken, Kur’an’da bu rakamla
uyuşmayan bazı sayımlar elde edilince, Kur’an’ın bazı âyetleri (meselâ Tevbe
sûresinin son iki âyeti) inkâr edilmeye, bu âyetlerin –hâşâ- Kur’an’a
sonradan ilâve edildiği gibi çok âdice bir iftiraya varılıyordu.
Hurâfenin mantığı, her yer ve her çağda aynı. Uydurulan hurâfeye uymadı
diye, hurâfeden vazgeçilmek yerine âyetten vazgeçiliyordu. Buna
“Kur’an’a iman etmek” değil; “19’a iman etmek” derler. Halbuki sadece bu
iki âyetteki kelimeler değil; nice örnekte görüldüğü şekilde bazı
kelimeler yanlış sayılıyor, veya uydurma te’villerle zorlanarak sayı
tutmuş gösteriliyordu.
En sonunda bu iddiaları
ortaya atan Reşat Halife, ağzından baklayı çıkardı. O, beklenen
“peygamberliğini” ilân ediyordu. “Reşat Halife / Allah”n Rasûlü”
imzasını attığı “Allah’ın Dünyaya Bildirisi” başlıklı bir metin ile peygamberliğini
dünyaya duyurur ve herkesi kendisine inanmaya dâvet eder. Bu sapık
mütenebbî ve bağlıları, bununla da yetinmeyip bazı âyetleri tahrif
etmekten geri durmazlar. Kur’an’ın Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini
ısrarla söylediği kıyametin kopma tarihini, yahûdilerin yaptığı gibi,
hurûf-ı mukattaa’nın cifr hesabındaki toplam rakamsal karşılığı olarak
ilân ederler.
19’cular, çok ilginç bir
şeyi daha yaparlar. Tıpkı, Kadıyânîler’in İngilizlerin Hindistan’daki
varlığını; Bahâîlerin, yine İngiliz ve Rusların İran’daki sömürüsünü
meşrûlaştırdığı gibi, bunlar da Türkiye’de ateizmin taşeronluğunu yapan
Kemalizm’in varlığını meşrûlaştırmaya çalışırlar. Bu sapık dine göre,
Kur’ân-ı Kerim’e -hâşâ- Muhammed”in yâveleri diyecek kadar Kur’an’a
düşman olan Mustafa Kemal, Kur’an’ın kodu olan kutsal 19 rakamıyla geleceği haber
verilen “mûcizevî” bir müceddiddir. “Şeytanî bir hilâfete son veren
Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını kuşatmış bulunan 19 sistemi Fussılet,
53 âyetinde belirtilen işaretlerden biridir” diyerek (Edip Yüksel,
Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Ozan Y. s. 70) yer yer sahtekârlık
derecesine varan bir çarpıklıkla Atatürk”ün hayatındaki 19 rakamıyla
ilişkiyi ortaya atarlar. (25)
Değil hadisleri, tüm
sünneti “şeytanî öğreti” adı altında acımasızca süpürüp, ezanda
Peygamber Efendimiz’in adının anılmasını “putperestlik” olarak
niteleyebilecek kadar modernist ve “Kur’an’cı”, bilgisayara dayalı bir
öğreti geliştirecek kadar yenilikçi ve devrimci geçinen 19’cular da
pekâlâ tarihin en mistik hurâfe ve hezeyanlarından hiç de aşağı kalmayan
bir hurâfenin ve tahrif akımının mimarı olabilmektedirler. Bu durum,
bir kez daha göstermiştir ki, hurâfecilik ve tahrif, hiçbir zümreye has
değildir; bu bir yahûdileşme mantığıdır. Bu mantığa saplanan insan, kimi
zaman sünnet, kimi zaman gelenek, kimi zaman da çağdaşlık adına
âyetleri tahrif, dini tahrip edebilmektedir.
İskender
el-Ekber Tâifesi:
Kendisini önce mehdî,
sonra peygamber ilân edip “Risâlet Nurları” isimli bir de -hâşâ- Allah
tarafından kitap indirildiğini iddia eden mistik Mihr’cilerin tahrifi de
rasyonalist 19’cuların tahrifiyle özde aynıdır. İşte Kur’an’dan sonra
dünyaya indirilen “Risâlet Nurları”ndan âyetler(!): “Onlara aralarındaki
anlaşmazlıkları halletmelerini söyle. Hepsi ile ayrı ayrı toplantı
tertip et. Sonra Demirel, Erbakan, Türkeş ve Feyzioğlu kullarımızla
toplan.” (Anlaşmazlık sûresi, s. 1) “Bugün öğleden sonra Sanayi
Bakanlığına git. Soner’in sağ tarafında sana yardımcı kıldıklarımızdan
birini göreceksin. Ona bu satırları göster sana biat edecek.” (Mehdi
suresi, s. 13) “Beni defalarca gördün. Vaktiyle dayı beyin düştüğü
hataya düşme. Beni defalarca gördün. Cibril’i, Muhammed kulumuzu,
kendini de gördün.” (Allah Teâlâ, suresi, s. 15-16) “Gördün ki sen
uçtuğun zaman kimse senin uçtuğunun farkına varmıyor.” (s. 26) “Ey
İskende el-Ekber hazretleri kulumuz. Evet, sen hakiki bir hazretsin.
Bozoklu Han bir veli idi ve senin ceddindir, seyyiddir. Sen de
seyyidsin, 12. imamsın, son imamsın.” (Tayyı Mekân suresi, s. 44) “Evet,
şeytan senin voltajına dayanamaz. Dalga uzunluğu konusunu sana tekrar
yazdıracağız.” (s. 62)
Bunlar gibi, baştan sona
abuk-sabuk cümleler ve hezeyanlarla dolu olan bu kitapçık, bir gerçeği
açık seçik ortaya koymuştur: İnsanlar eğer sâdık peygamberlerine tâbi
olmazlarsa, onları arkalarına takacak sahte peygamberler çıkmaya devam
edecektir. Eğer içinde şüphe bulunmayan Allah’ın vahyi Kur’an’a sarılmazlarsa,
bu ümmetin içinden çıkan ya da çıkacak olan muharriflerin/tahrif
edicilerin elleriyle yazıp ‘bu Allah’tandır’ diyerek piyasaya sürdürleri
şeytanî vahiylerin tuzağına düşeceklerdir.
Muharrifler
ve Müceddidler
Tecdîd, tahrîfin
zıddıdır. Tahrif edileni aslına döndürmeye, tahrip edileni onarmaya,
bozulanı yapmaya, eskiyeni yenilemeye “tecdîd”, bunu yapana da
“müceddid” denir. Tecdîd, sonradan uydurmak değildir. Aksine tecdîd,
sonradan uydurulmuş şeyleri “asıl”dan temizlemektir. Bir bid’attan
arındırma ameliyesidir. Tecdîd, kesinlikle reform değildir. Reformda,
öze bağlılık aranmaz. “Deforme” olmakla “tahrif” arasında benzerlik
varsa da, bunların izâlesi için yapılan “reform” ile “tecdîd” arasında
mâhiyet farkı vardır.
Reform, orijinali şart
koşmaz. Reformun karşılığı “tecdîd” değil; “ıslah”tır. Reformasyon,
düzeltme, iyileştirme, daha kullanışlı hale getirme işidir. Elde deforme
olmamış bir “asıl” olmadan bir şey reforme edilebilir, ancak elde
tahrif olmamış bir “asıl” olmadan tecdid gerçekleştirilemez.
Tarih, müceddidlerle
muharrifler arasındaki bitmez tükenmez mücadelenin en büyük şâhididir.
Muharrifler, tarih boyunca hep müceddidlere düşman olagelmişlerdir.
Ekmeğini tahriften çıkaran her tahrifçi, tecdid yanlılarının amansız
düşmanıdır. Bu nedenle de tarihte bir inancın müceddidlerine en çok
düşman olanlar, o inancı inkâr edenler değil; o inancın tahrif edilmiş
biçimini kabul edenler olmuştur.
Benî
İsrâilin Tahrifi ile Bu Ümmetin Tahrifi Arasında Karşılaştırma ve
Sonuç:
Tahrif, İslâm ümmetinin
yahûdileşme tehlikesine en çok mâruz kaldığı bir temayüldür.
İsrâiloğulları dinlerini tahrif edince; ahlâkî, sosyal ve siyasal
yapıları da tahrip olmuştur. Bu ümmet de dinini tahrif edince aynı
âkıbete uğrayarak ahlâkî, sosyal ve siyasal bir çöküş sürecine
girmiştir. İsrâiloğullarının Tevrat’a sarılarak öze dönmesi artık mümkün
değildir. Çünkü Tevrat’ın muhâfazası benî İsrâil bilginlerine bırakıldığı için aslı
kaybolacak bir biçimde tahrif edilmiştir. Ancak ümmet-i Muhammed’in
Kur’an’a sarılarak dinini tecdid etmesi mümkündür. Çünkü Kur’an, bizzat
Allah tarafından korunmuştur.
İsrâiloğullarını tahrife
yönelten sebeplerin başında iki şey gelir: Kör taassup ve dünyevîleşme.
Bu ümmetin tarihindeki tahrifin sebeplerinin başında da bu iki unsur
gelmektedir: Siyaset, mezhep, meşrep, soy, ırk, ulus asabiyeti ve
makam-mevki, mal-mülk, servet-şöhret ihtirası.
Bu ümmetin muharrifleri
Kur’an’ın metninde tahrifat yapamamışlarsa da, onun manasında te’vil,
tefsir, nesh, tahsis adı altında birçok tahrifat yapmışlar, bunu
müteşâbih âyetler sınırında da tutmayıp muhkem âyetleri dahi mezhep,
meşrep ve politik kavgalarında silâhlarının ucuna takmaktan
çekinmemişlerdir. İsrâiloğullarının en ünlü tahrif biçimi olan
uydurmacılığı Kur’an’da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir
bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir.
Müslüman
İsrâiloğullarının yahûdileşmesinde nasıl eski Mısır, Yunan, Filistin
putperest kültürlerinin etkisi olmuşsa, bu ümmetin yahûdileşme
temayülüne sapmasında da başta isrâilliyyât olmak üzere Yunan, Roma,
Bizans, kadim Türk ve çağdaş Batı kültürlerinin tahrip edici etkileri
olmuştur.
İsrâiloğulları
içerisinden çıkıp da kendilerine has peygamberler ve kitaplar ihdas eden
sapık grupların benzeri bu ümmetin içerisinden de çıkmıştır. Bahâîlik,
Kadıyanîlik, Hurûfîlik, 19’culuk ve İskender el-Ekber taifesi bunlardan
birkaçı. Bu sapkınlıklardan birçoğunun ortak yanı da bir tür rakam
gizemciliğine dayalı "cifr" ve “ebced”e aşırı düşkünlükleridir.
Hurâfe, tarih boyunca
tahrifin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarihte ve günümüzde din ne
kadar tahrif edilirse, hurâfe de o kadar itibar kazanmaktadır.
Şimdilerde toplumumuzda hayli ilgi toplayan medyumlar, tarotçular,
burççular, falcılar, büyücüler, cinciler ve bilumum çağdaş üfürükçüler
din düşmanı rejimin açtığı boşluktan istifadeyle ortaya çıkmışlardır.
Hurâfecilik, öteden beri
sanıldığı gibi yalnızca mistik, geleneksel ve gizemci çevrelerin müptelâ
olduğu özel bir sapma değil; 19’culuk sapkınlığında da görüldüğü gibi
akılcı, modern ve bilimci çevrelerin de pekâlâ sarılabileceği genel bir
sapmadır.
Bel’am, “din âlimi”ne
karşı çıkarılan “devlet âlimi” tipidir. Her din ve dinî toplum, kendi
içerisinden çıkardığı “Bel’amların” tahrif ve tahribine mâruz kalmıştır.
Bu konuda ümmet-i Mûsâ ile ümmet-i Muhammed’in kaderleri garip bir
biçimde birbirine benzemektedir.
Tahrif ile tecdid
arasındaki savaş, neredeyse insanlıkla yaşıttır. İlk tahrifçi şeytandır.
Tarih boyunca, bir dinin muharrifleri, aynı dinin müceddidlerinin en
büyük hasmı olagelmiştir. Bu ezelî kural, bu ümmette de bozulmamıştır.
Günümüzdeki İslâmî mücadelenin içinde olanlar, bu tarihî gerçeğin çağdaş
tezâhürlerinin acı hâtıralarıyla doludurlar. (26)
Halk, herşeyden önce
kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli İslâmî bilgilerden mahrum
bırakanlar, dünya ve âhirette lâzım olacak kültürden mahrum bırakanlar
bununla yetinmeyip, nice dayatmalar ve yönlendirmelerle halkı
saptırmışlar, doğruyu eğri ve eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk,
kızılmaktan daha çok acınacak bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı
durumundadır. Onlara tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet
anlayışı kazandırılmadan, sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve
hurâfelerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte görülen
bâtıllara müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları en güzel
üslûpla önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan
sivrisineklerle mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği
unutulmamalıdır. Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları değiştirilmeden
eski ve yeni câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve bid’atların önünün
alınamayacağı bir gerçektir.
Hakk’a ve hak dine
inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize
dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz
yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini
reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları
avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız.
Allahumme erina’l-hakka
hakkan ve’rzuknâ’l-ittibâa ileyh. Ve erinâ’l-bâtıle bâtılen ve’rzuknâ-l
ictinâba anh. Ey Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve hakka ittibâ etmeyi nasip
et. Bâtılı bâtıl olarak görmeyi ve bâtıllardan kaçınmayı nasip et.
Ahmed Kalkan
23- Mustafa İslâmoğlu,
Yahûdileşme Temâyülü, s. 181 vd.
24- A.g.e. s. 206 vd.
25- Bu tezler ve bu sahtekârlığın eleştirisiyle ilgili
olarak bkz. M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 235-239; Mahmut
Toptaş, K. Kerim ve 19 Efsânesi, İnkılâb Y; E. Şenlikoğlu, İnsanlar da
Kayar, Mektup Y; B. Sağlam, 19 Meselesi ve Edip Yüksel’e Cevaplar,
Tebliğ Y. ve 19 Meselesini doğrulayan ve Atatürk’ü savunan eser olarak
bkz. Cenk Koray, Kur’an-İslâmiyet, Atatürk ve 19 Mûcizesi, Altın
Kitaplar Y.)
26- M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 212 vd.