Jensen
Giriş Tarihi : 30/03/09 Yer : İstanbul Yaş : 34 Mesajlar : 14824 Rep Puanı : 14472 Rep Gücü : 6503
| Konu: Ahlaksızlığımız, vicdansızlığımızdan mıdır? Paz Mayıs 23, 2010 5:13 am | |
| Ahlak ve Vicdan - Dr. Aliye Çınar - Vücudun asaletinin gölgelendiği bir düşünce sisteminde, ahlakî buyrukların yerine getirilmediğinden yakınmak, sadece dogmatik bir kurallar manzumesi hakkında konuşmaktan öteye gitmeyecektir. Peki, vücudun asaletiyle neyi kast etmekteyiz? Bir başka ifadeyle, varlığın asaletinin alçalması ne anlama gelmektedir? Bir kere, insanı kırıp dökmeden çiçeklendiremeyen bir sistem, insanın asaletinden; dolayısıyla da, varlığın kemalinden söz edemez. Şu halde, ‘önce insan!’ dememiz gerekmektedir. Elbette, dinde ahlakın en önemli fonksiyonu, çok da masum olmayan insanın hırslarını ve arzularını gemlemektir. Ancak, din gerçekte bunu yaparken, insanı, bir kalıplar ve kurallar içine sıkıştırmadan yapıyor. Vücudun vicdan pınarını asla kurutmuyor. Kelime anlamı itibariyle vicdan, varlığı yerli yerince görebilme ve hakkı teslim edebilme anlamına gelen adalete (adl) en yakın kavramdır. İlahi iradenin sesini, vecde gelerek duyabilme, varlığı görebilme ve bulabilmedir. Bunun içindir ki, ‘vicdanın sesi’, hakkın sesine en yakındır. Etimolojik olarak v-c-d (vecede) kökünden, bulmak anlamından neşet eden vicdan, vecd sayesinde ulaşılan merhaledir ki, vücud’a ulaşılır. Bütün bu deltaları kendinde birleştiren “vâcid”, meydana çıkaran ve yaratan anlamına gelir; “mevcut” ise, var olan. Dolayısıyla, hem vecd, hem de vicdan, var kılıcı bir özelliği haizdir. Kur’an’daki kıssaları dikkate aldığımızda, vicdanın asla gölgelenmediğini görürüz. İnsan, her bir kıssada capcanlıdır; ve bütün karartmalar, insanın ışığını göstermek içindir. Mesela Hz. Yusuf’un gömleğini arkadan yırtan Züleyha’nın arzusu karşısında, onun ölü olmadığı dikkati çeker. O da arzulamaktadır, ancak ruhunun küçülmesini göze almadığı için zindanı tercih edecektir. Ne var ki, buradaki gölge, yani karanlık, Yusuf’un ışığını tam olarak ortaya çıkarmak için vardır. Karanlık sayesinde, o kendi şavkını görecektir. Hz. Nuh’un oğlu, babasının çağrısına rağmen gemiye binmez ve kendisini bir dağın koruyacağını söyler. Ancak, dalgalar onu kendine aldığında, oğlu helak olanlardan olur. Bu durum karşısında Nuh’un vicdanı, Vücud’un vecd boyutunu oldukça güzel anlatır. Bu tablo karşısında, Rabbine dua eder; ve oğlunun da, şüphesiz ailesinden olduğunu söyler! Ancak, Allah’ın hakimler hakimi olduğunu ve onun vâdinin ise gerçek olduğunu ifade eder (11/43-45). Kıssada oğlunun kendisini tam olarak dağın karanlığına gömdüğü anlatılırken, Baba otoriteryan bir kral değildir. Vicdanı sızlamıştır ve ailesinden olduğunu söyleyerek aidiyetin sızısını hisseder. Ama hüküm sahibine de teslimdir. İnsan olma, bütün çıplaklığıyla ortadadır. Kan bağı ünsiyeti ve iman ünsiyeti yerli yerince algılanarak, her iki açıdan da adalet ve vicdan, mi’yar işlevi görmüştür. Kâbe’yi yıkmak isteyen Ebrehe’nin fillerle hücumuna karşı ebabil kuşlarının pişkin tuğlalar atması da, vücudun vicdan boyutunu öne çıkarır. Fil ordusuyla Vücud’u sarsmayı planlayan düşmana karşı beklenmedik bir direnç zuhur eder (105. sure). Adeta Kâbe’nin müntesiplerinin sızısı, ebabilin gagası arasındaki kızgın taşlara tekabül eder. Her şeye gücü yeten Allah, bir anda onları yok da edebilirdi. Ancak, bu anlatımla Vücud’un vecd-vicdan boyutu, hem olumlu, hem de olumsuz yönden öne çıkmaktadır. İslam ontolojisini bütün görkemiyle temsil eden namazın gösteriş olmadığını kanıtlamanın yolunu Kur’an, hissetme ve koruyup gözetme duygusuyla test eder. Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayanın namazı, sadece bir gösteriş olabilir (107. sure). Burada da tecrübe ve vicdan boyutu ısrarla vurgulanmaktadır. Dahası, eğer namaz orta yolda olmaya bir söz verişse ve benlikten azad olma ise, böyle kişinin kibirlenmemesi, zor durumda olanı görebilmesi, benlik duvarının erimiş olması gerekir. Madem böyle olduğunuzu ilan ediyorsunuz, niçin yetimi itip kakıyorsunuz demeye getirir, Kur’an. Yine Kevser suresinde, Hz. Muhammed’e soyu kesik diyen, yani oğlu olmadığını başına kakan Mekkelilere karşı, hüzünlenmemesi öğütlenmekte, oğuldan daha sonsuz olan iyilik ve hayır verildiği kendisine hatırlatılmaktadır. Ancak, buna şükretmesi için namaz kılması ve kurban kesmesi tavsiye edilmektedir. Burada da, İslam ontolojisinin görkemli mimarisi namaz yanında, yaklaşmayı en iyi temsil eden, vicdanı uyandıran kurban olayına işaret edilmektedir. Çünkü kurban, aynı zamanda insanın eşya hiyerarşisindeki kendi yerini, insanlığını bir teyit etme ve Tanrı’nın tanrılığını teslim etme olayıdır. Hz. Muhammed, kendisine kadın, güzel koku ve namazın sevdirildiğini söylerken, namazın tek başına İslam ontolojisini temsil ettiğini ve varlığın asaletinin timsalini söylemekle birlikte, kadın ve güzel kokuyla tecrübî boyutla bir kez daha onaylamaktadır. Dahası burada güzel olanın terbiye ediciliği hem namaz, hem de kadının estetik boyutu üzerinden yinelenmektedir. Bu da, vecd boyutunun beslenmesi anlamına gelir. Allah’ın devesini kesmeyin emrinde de, yasaklanan canlı bir varlık, vicdanı ifade ettiği gibi; onu kesmenin vicdanı kurutma anlamına geleceği belirtilmektedir. Allah’ın devesi, vicdan, yani içinizdeki canlı Allah’ı temsil etmektedir. Onu keserek kendilerine kötülük yapan Hz. Salih’in kavminin içinde bulunduğu durumun somut dışa vurumu, bir deprem olarak tecelli etmiştir. İnsanın vicdanını kesmesi, kendi varlığını kurutmak anlamına gelecektir. Nitekim emre itaat etmeyen toplum, bir zelzeleyle cezalandırılmıştır (5/73-79). Zaten onlar, kendi kendilerini, deveyi keserek cezalandırmışlardır... Allah’ın her bir sıfatı bizzat vicdanı da içermekle birlikte, onlara, Allah’ın rahman ve rahim isminin mündemiç olması, yani her bir sıfatın içinde rahman ve rahim isminin bulunması, vücud’un yanında vicdanın bağlı olduğunu ifade etmektedir. Rahman ismiyle bütün yarattıklarını kucaklayan Allah, rahim ismiyle de kendisine yaklaşanları daha yakından koruyup gözetmektedir. Yine Kur’an, ‘ülfet’ kavramını, varlığın vicdan sesi olarak işler. Birbirine düşman kişileri ülfet güvencesiyle birbirine emin kılan (3/103) Allah'ın sevgi ve vicdan gücü, böylece ifşâ olmuş olur. Ülfet üzerinden de insan, kendini, Allah’ı ve diğer varlıkları olduğu gibi, yerli yerince idrak edebilir. Kayıp Halka: Vicdan Bugün Müslümanların hâli-i pür melâli sorgulanırken, asıl odaklanılması gereken boyut, kanımca, varlık-bilgi-değer paradigmasındaki ‘değer’ boyutudur. Gerçi İslam düşüncesinde ‘değer’ sorgulanırken, zımnen varlık ve bilgi boyutları da sorgulanmış olacaktır. Bir başka ifadeyle, iman ve ‘ilm kavramlarının her birinde, eylem ve tecrübe ya da salih amel vardır. Bu birliktir ki, vücudun asaletinin tam özgünlüğünü temsil eder. Bilgi bakımından yetersiz bir din anlayışında, değerin çoraklaşmamamsı mümkün değildir. Aynı durum iman içinde geçerlidir. Namazda secde sırasında, kişi, kulluğunu tam olarak ifade ederken; kıyamda, tam da, Allah’ın huzurunda bütün kişi olmayı ifade etmektedir. Dolayısıyla, ‘kıyam’da, iman-bilgi-eylem-değerin tam kemali temsil edilmektedir. Bir başka ifadeyle, vücud-vicdan ve vecdin doruğa ulaşmış şekliyle ve bir bütün haliyle Allah’ın ya da bu üçlünün tam bir olmuş hali önünde onun halifesi olduğunun bir dışa vurumundan söz edebilir. Psikolojinin diliyle konuşmak gerekirse, benlikten (ego), nefisten, secdede vazgeçtiğine söz veren kişi, kıyamda da, tam bir ben (self) olduğu söyler. Bütün bir ben’de ya da şahsiyette, varlık-bilgi-değer, aynı düzlemde kemal noktadır. Zaten biri yükselince, doğal olarak diğerlerini de kendi seviyesine çeker. Müslümanların, bugün ahlaklarını sorgulama şekliyle veya dinlerini yaşam biçimlerine uydurdu tarzındaki yorumlarla mesafe kat edemeyecekleri ortadadır. İman ve bilgi zaafiyeti, ahlaki çöküşü; ahlaki çöküş de, iman ve bilgi algısında bir gerilemeyi getirmiştir. Vücud-vicdan-vecd parametresinden bakarsak, yine aynı sonuca ulaşırız. İmanın bir dönüşümün adresi olduğunu dikkate alırsak, onun ilk belirtisinin bir vecd ve vicdan yükselmesi olduğu söylememiz gerekir. Bunun için olmalı ki, yukarıdaki kıssalarda olduğu gibi, Kur’an, imanın hemen yanına, hatta içine vicdanı yerleştirmiştir. Bugün Müslümanlar inanmakla birlikte, işleri Müslüman kimliğini yansıtmamaktadır. Hal böyle olunca da, yapılması gereken acil eylem planının, ahlak aşılamaktan geçeceği düşünülmektedir. Ancak, kuralcı bir ahlak manzumesi, ‘günah-sevap’, ‘haram-helal’ buyrukları, insanları bir şablonuna kilitlemektedir. Kilitli bir ahlak sistemi, dogmatik ve gelişimi dikkate almayan donuk bir yapı özelliğindedir. Doğrusu, bu yapıda canlı ve dinamik bir insandan söz etmek mümkün değildir. Oysa Kur’an modellerinde vicdan uyanıktır ve dolayısıyla dinamik bir insan iş başındadır. Bugün canlandırılması gereken ana damarın vicdan olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda verdiğimiz anlam modellerini tek tek günümüz açısından düşünecek olursak: Hz. Yusuf örneğinde günümüz Müslüman erkeği ‘adamakıllı dindar!’ olduğu için, ne Züleyha’ya tenezzül eder!, ne de zindanda yatar. Çünkü onun kurallar manzumesi, zaten vicdanını dondurmuştur. Elbette bu tablo karşısında, ikiyüzlülüğün veya riyakârlığın nedeni kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Görüntü ve gerçek arasında ciddi çatlaklar oluşmuştur; -mış gibi hayatlar her geçen gün çoğalmaktadır. Hâlbuki aradaki mesafeyi kapatacak yegâne kaynak, vicdan pınarıdır. Zaten vicdan uyansa, vecd yükselişe, vücud da ihtişama geçecektir. Hz. Nuh örneğinde ise günümüz Müslümanı, Allah’a âsi gelen oğlunu zaten defterden silecektir. Neredeyse bir baba merhametini, sözde Allah’a imanı gölgede bırakmıştır. Tabir caizse, Hz. Nuh’dan daha iman şövalyesidir, günümüz inananı. Kurban olayı, adı üstünde yakınlaşmakken, o da dinen yerine getirilmesi gereken bir kuraldan başka bir şey değildir. Çünkü yaklaşmayı sağlayacak olan vecd durumudur veya vicdandır. Varlığın bir yükselme kat edebilmesi, deyim yerindeyse, varlığın bir taşım taşması, vicdan sayesindedir. Bu kaynama mümkün olmayınca, donmuş haldeki insanın Allah’a yaklaşması mümkün değildir. Hal böyleyken, namazın vücudu temsil etmesinden, kurbanın vicdana tekabül etmesinden söz edemeyiz. Her ikisi de, yerine getirilmesi gereken bir rutinden başka bir şey değildir. Bu durumda, kadının namazla birlikte anılması, olsa olsa bir safsata olabilir. Hele güzel koku da nedir ki! Önemli olan beş vakit namazı, bütün rükunlarına uyarak yerine getirmektir! Bütün bu budanmışlıklardan sonraki, kıyam da, sadece bir secde olabilir. Bu durumda, İslam ontolojisinin ciddi bir alçalma geçirdiğini ve geçirmekte olduğunu söyleyebiliriz. İfade ettiğimiz günümüz insan manzarasında, Allah’ın huzuruna varlık-bilgi-değer birliğiyle veya vücud-vecd-vicdan bütünlüğüyle ya da iman-‘ilm-salih amel tamlığıyla çıkmak mümkün değildir. Birbirine koşut olarak verilen bu üçlü parametrelerde, bilginin karşılığının vecd olduğunu ifade etmeliyiz. Zira, bilgiye yükselmeyle ulaşılır. Bu yükselme, varlığı yücelteceği gibi, vicdanı da tazeleyecektir. Şüphesiz bunların zıddı da geçerlidir. Nereden bakarsak bakalım bunlar, karşılıklı birbirlerini besler. Nitekim bunun somutlaşmış halini, Osmanlı ve Selçuklunun külliye tarzı mimarisinde görmekteyiz. Külliye, cami (varlık-vücud), medrese (bilgi-vecd) ve imareti (değer-vicdan) bir şemsiye altında toplayan bünyelerdir. Cami güçlü oldukça, diğerlerinin de şahlandığı dikkati çekmiştir. Osmanlı’nın çöküşü analiz edilirken, bunların paralel bir şekilde düşüşe geçtiği söylenebilir. Öyle ki, Osmanlı’da işgal güçleri bir yeri teslim aldıklarında, önce camiyi kiliseye çevirmeleri, Varlık-Vücud piramidini çökertmenin sembolüdür. Oysa şimdilerde cami sadece bir ibadethanenin göstergesidir. Bu bilindiği için de, sömürge güçleri camiyle zaman kaybetmemektedir. Müslüman’ın, sözüm ona kıyamı da secdeye çevirmesi!, yani iki kere secde, benin yokluğunun ve özgüven eksikliğinin bir dışa vurumudur. İki kere secde görünüşte ne kadarda itaatkâr bir kul izlenimini verse de, varlığın erimeye yüz tuttuğunu sembolüdür. Bu durumu Müslümanlar, özellikle de, tasavvufi düşünce kılıfı altında âdeta bir reçete gibi sunmaktadır. Oysa söz konusu durum tam marazi bir durumdur. Nefsinden insan, ‘ben’ olmak veya şahsiyet kazanmak için vazgeçer. Nefsinden feragat ettikçe, ‘ben’ bakımından yükseliş kazanması gerekir. Fakat oldukça itaatkâr olarak resmedilen bu kulun kıyamından söz etmek mümkün değildir. Gerçekte o, nefsinden vazgeçtiğini söylese de, ‘ben’inin (şahsiyetinin) adı bile olmadığı için, gizli bir şekilde nefsini şişirmektedir. Bu nedenle de, marazi benlikler ortaya çıkmaktadır. Oysa sağlıklı şahsiyet, temiz vicdanları ve imanı; duyarlı ve uyanık vicdanlar da, sağlıklı ben’leri doğuracaktır. Bugün tam tersi geçerli: Benlikler müsvedde, vicdanlar derin uykuda, imanlar kukla! … Son söz olarak, asıl temamız, vicdanın ana damar oluşunu Niyâzî-i Mısrî’den dinleyelim: O, irfân, zevk ve vicdanı bir araya getirmiştir: Ârifün mutlak kelâmın tuymağa ‘irfân gerek Sırr-ı muğlakdur gönülde zevk ile vicdân gerek. | |
|