hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Sevginin Gözyaşları

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Sevginin Gözyaşları 2duy3hj

Sevginin Gözyaşları Empty
MesajKonu: Sevginin Gözyaşları   Sevginin Gözyaşları EmptySalı Mayıs 11, 2010 12:14 pm

Gözlerini açtı, uzandığı yerde yana döndü. Bakışlarını çayırın üzerinde
usul usul gezdirdi. Bir süre sonra doğrulup oturdu. İçinde anlatılması
güç bir kıpırtı; arınmış yunmuş, gökteki güneşin ışıması gibi bir coşku
vardı. Gelip çıplak ayağının üstüne konan bir gelinböceğine ilişti
bakışları. Ne denli güzel bir yaratıktı şu böcek! Değirmi, kırmızı
kabuğundaki yedi kara beneği tek tek saydı. Şunun, şimdi gelip de şu
koskoca çayırda, tam da kendisini bulması olsa olsa hayra alâmet
olabilirdi ancak! Yüreğindeki pırpırlı sevinç bir kat daha çoğalmıştı
şimdi.
Dikkatlice eline aldığı böceği havaya doğru tuttu, hafifçe
üfleyerek uçmasını sağladı. Ayağa kalktı, gözleriyle yöresini taradı.
Ortalık ılık bir ışık içinde şavkıyıp duruyor, renklerin birbirini
kıskandırmak isterce bezediği, irili ufaklı, türlü çeşitli böcekler boy
boy çiçeklere inip kalkıyor, emdikleri balözünün tatlı rayihasıyla
kendilerinden geçerek, kanacıklarını uğundura uğundura uçuşup
duruyorlardı.
Öteden, geniş bir çiçek öbeğinin böğründen havalanan
büyülü bir ışığa batmış yüzlerce kelebek yaldırdayarak bu yana geldiler.
Birbirleriyle raks ederek, pırıltılı bir kanat yumağı halinde havada
kavisler çizdiler. Sonra Sevgi’nin başının tam bir karış üstünde
halkalanıp doğanın tekmil renklerini yansıtan bir taç oluşturdular ve
orada öylece dönenip durmaya başladılar. Az sonra, bu muhteşem mutluluk
cümbüşüne çayırı çepeçevre kuşatan ağaçlar da dallarını, gövdelerini
salındıra salındıra eşlik etmeye başlamışlardı. Artık ağaçlar, kuşlar
kelebekler, velhasıl cümle börtü böcek; saçaklı duvaklı tiril tiril
bulutlar, gökteki mavi, bu maviye karışan ığıl ığıl akan derenin
şırıltısı hep bir olup bu coşkuya ortak olmuştu.
Ta uzaklardan, soluk
pusuk seçilebilen bir doğan aniden koptu geldi, yaklaştı yaklaştı, tam
bu sevinç dünyasının ortasında hızına hız katarak, artık insanoğlunun
gözlerinin takip edemeyeceği bir mermi misali göğe burgulandı. Gözden
yiter gibi olduğu anda birden çark edip, yine o akla hayale sığmaz hızla
suğulup Sevgi’nin omuzbaşına kondu, duruldu, gagasını usulca yanağına
yasladı. O gelince hiçbir kuş ürkmedi, hiçbir kelebek titremedi. Bu bir
alıcı kuştur demedi... Herkes, her şey, tüm doğa kendini bu eşi menendi
olmayan mutluluğa öylesine kaptırmıştı ki!.. Sevgi doğan’ın gagasını
okşadı, hafifçe öptü, öpmesiyle doğan yine aynı hızla geldiği yönde bir
kıpıda yokolup gitti.
Sevgi, günbatısı lâciverde boyanıp incecik
bulutların kıyıları kızıllanana değin orada kaldı. İçindeki coşmuşluğu
oradaki küçük büyük bütün canlılarla; dumanlı dağlar, buğulu ovalar,
zümrüdî ormanlarla; hohlasan dağılacakmış gibi salınan bulutlar, dünyayı
sevecenlikle sarmalayan güneşle doyasıya paylaştı. Sevincini bir ırmak
yapıp akıttı, akıttıkça coştu, coştukça çağıl çağıl bir çağlayan olup
çıkıverdi.

.....
Kulübenin berisinde, yolağın iki yanında
açmış, el ayası büyüklüğündeki papatyalardan birini aldı, yapraklarını
tek tek koparırken dudakları kıpırdamaya başladı: “Çıkacak...
Çıkmayacak... Çıkacak... Çıkmayacak...” Kopardığı son yaprağa denk gelen
sözcük yüzünü ışıtmaya yetmişti: Evet, çıkacaktı!.. Beklediği, daha
doğrusu hayalini kurduğu kişi bir gün mutlaka karşısına çıkacaktı. Ve o
kişiyle yaşamını birleştirecek, ikisi, sevgilerin en derinini içinde
barındıran tek bir yürek olup ömürlerinin sonuna dek mutlu mutlu atacak,
birbirlerinin gözlerinde, hiç durma birbirlerine olan sevdalarını
okuyacaklardı. Şu köhne kulübe sıcak mı sıcak bir yuvaya dönüşüp, dilden
dile dolaşan bir sevi masalına tanıklık edecekti.
Çabucak koştu,
kulübenin az yanına düşen, ince, uzun gövdesini gökteki bulutlara doğru
uzatmış servinin hemen arkasındaki, çevresini neredeyse iki insan
boyundaki bitkilerin bir çit olup kuşattığı, her türlü gözden ırak yere
geldi. O gelince, etrafı, duyulur duyulmaz, insanın yüreğini inceden
inceye ılıtan, başını bir hoş eden bir şarkı kaplayıverdi: Allı pembeli,
sarılı yeşilli, aklı mavili, envai türlü çiçek hep bir ağızdan ona
şarkı söylüyordu. O da katıldı onlara, başladı onlarla birlikte, belki
de yeryüzünde hiç kimseciklerin daha önce duymadığı, aklının
havsalasının almayacağı güzellikteki sesiyle, o en duygulu, o insanı
kendinden geçiren sevda şarkılarını akşamın alaca bağrına doğru
söylemeye... Sesi dalga dalga yayılıyor, ormanları, uçsuz bucaksız
ovaları dolanıyor, sisler ardında yitip gitmiş heybetli dağların karlı
doruklarını yalayıp geçiyor, oradan yansıyıp yıldızların pırıltılarına
pırıltılar kattıktan sonra gelip dünyada ne kadar insan varsa, erkeği
kadını, yaşlısı genci, zalimi merhametlisi, topunun yüreğine aşk,
iyilik, sevecenlik, dostluk ve bunlara dair ne varsa, işte o duyguların
tohumlarını ekip ona geri dönüyor, orada yeni bir sevgi çiçeğini daha
filizlendiriyordu...

.....

Günler geceleri, geceler
günleri uğurlamış, Sevgi her gün kırlara koşmuş, heyecanını, her geçen
günle daha da yoğunlaşan sevgisini uçan kuşlara, hep telaşlı bir şekilde
körelerine bıkmadan usanmadan bir şeyler taşıyan karıncalara, delice
uçan sert bakışlı doğana, dereye susuzluklarını gidermeye gelen
cerenlere anlatmıştı. Çiçekler, artık ezbere bildikleri bu öyküyü
birbirlerine, kuşlar da öteki göçmen kuşlara aktarmışlar, dağlar
başlarının üzerinden süzülüp geçen bulutlara, bulutlar da gittikleri
uzak diyarlarda bunları anlata anlata bitirememişler, böylelikle bu
sevda masalını duymayan, bilmeyen kalmamıştı.

.....
Yedinci
günün şafağında, güneşin pencereden içeri süzülen ilk ışıklarıyla
yatağında doğruldu Sevgi, tatlı tatlı gerindi. Yüzünde yine o her
zamanki tebessümü, gönlünde tüm evreni sarmalamaya yetecek sevinciyle
dışarı çıktı. Kollarını kavuşturdu, başını sanki birisinin omzuna
yaslıyormuş gibi yana eğdi, etekleri uçuşarak kendi çevresinde şöyle bir
döndü. İçindeki o engin duygu, yüreğinin her yerine hâkim olmuştu yine.
Dünya ondan daha önce uyanmış, bitmez tükenmez sevgisiyle üzerinde
barındırdığı canlılarıyla yeni bir güne hazırlanmanın telaşını
yaşıyordu.
Kulübenin damına konan bir serçeye göz kırptı, bir ağacın
dalında kuğuran bir çift kumruya el salladı, güneş ışığının çağmış
olduğu ormanın üstünde dönenen doğana öpücük gönderdi... Hayır, ne
yaparsa yapsın içindeki çağıltıyı dizginleyemiyordu!.. O günkü papatya
falı geldi aklına birden... Evet, çıkacaktı! Papatya, o dünyalar güzeli
papatya yanılacak değildi ya!.. Ah, bir de ne zaman olacağını
bilebilseydi, ne güzel olurdu!..
Dudaklarında bir şarkı, gönlünde
gemi iyice azıya almış neşesi, içi içine sığamayıp taşar olmuştu ki,
uzaktan uzağa kulaklarına çalınan yanık bir kaval sesiyle birden sustu,
olduğu yerde hiç kımıldamadan, hiç soluk almadan, neredeyse yaşadığı
bile belli olmamacasına dikildi... Yöresine, dolayına bakınıp bu koygun,
koygun olduğunca onu kendine çeken, beynine, duygularına hükmeden sesin
yönünü tayin etmeye çalıştı. Nihayet kıpırdadı, kendinden geçmiş bir
durumda bir o yana, bir bu yana bir adım attı, durakladı, ardından bir
adım da öte yana attı. Yüreği güp güp vuruyor, vura vura göğüs
kafesinden fırlayacakmış gibi oluyordu. Yüzü al al olmuş, bedeni birden
tere batmıştı. Dayanamadı, kendini sezgilerine teslim ederek, başladı
koşmaya... Derenin küçük, ahşap köprüsünü geçti, karşı yakasındaki ulu
çınarın yakınında birden durdu... Kaval sesi buradan geliyor ama
ortalıkta kimse görünmüyordu... Yavaşça ağaca yaklaştı, bir kulaç
genişliğindeki yaşlı gövdeyi dolanıp arka yana geçti ve onu gördü: Adam,
hep hayallerini kurduğu, bütün rüyalarına giren o adam sırtını çınara
verip oturmuş, gözleri yumuk, dünyasından geçmiş bir halde elindeki
kavalı üflüyordu. Onun geldiğini fark etmemişti bile... Değil onun,
çevresindeki hiçbir şeyin farkında değildi zaten! Sevgi sessizce, adamı
rahatsız etmekten çekinerek karşısına diz çöktü, kulak kesildi. Kavaldan
yayılan nağmeleri tüm bedeni, tüm varlığıyla dinliyor, onun da içi,
adamın üfleyişine göre, bir sevinçlerin en büyüğüne gark oluyor, bir
hüzünlerin en deriniyle sarsılıyordu. Adam gözlerini hiç açmadı, Sevgi
ise hiç kapamadı. Biri çaldı, öbürü dinledi... Gün yoruldu, akşam
gökteki pırıltıları uyandırdı, gece indi... Adam bir an olsun
duraklamadan üfledi, Sevgi de bir an olsun gözlerini onun üstünden
ayırmadan onun ezgilerini yüreğinin en ücralarına nakşetti...
Tan
ağardı, çevren alacalandı, adam çaldı, Sevgi efsunlanmış gibi onu
dinledi. İkisi de hiç yorulmadılar, hiç uyumadılar.
Sonra, kuşluk
vakti, açtı adam gözlerini ve gördü karşısında oturup gözlerinin
mavisine bakmakta olan yeşilleri. Ve görmesiyle, o yeşillere vurulması
bir oldu. O anda sadece bir ‘of’ dedi, vurgun yemiş gibi, başka da bir
şey demedi... Gözleri o menevişlenen yeşilde, kavalıyla birlikte öylece
susakaldı... Onun susmasıyla birlikte, her taraf da sessizliğe
bürünüvermişti. Bir anda hiçbir yerden hiçbir ses duyulmaz olmuştu.
Yanlarından akan dere şırıltısını, kuşlar şakımalarını, orman
hışırtısını kesmiş, sarılı kahverengili yabanarıları vızıldamaz olmuştu.
Tek duyulan, iki kalbin, sanki yüzyıllar, hatta binyıllardır birbirini
arayıp da ancak şimdi buluşabilmiş bu iki kalbin atışlarıydı. Ve şimdi
tüm dünya âlem susmuş, bu atışları dinliyordu...
Adam Sevgi’nin
gözlerinden alamıyordu kendini. Sevgi de onunkilerden. Yeşille mavinin
vuslatıydı bu... Mavi o yeşille harmanlanıyor, gidip üzerine bir çiy
incisi düşmüş bir ağaç yaprağına dönüşüyor, sonra da bir bulut geçiğinin
hafiften ıslatmış olduğu, ilkyaz güneşinin sıcaklığında mutlu mutlu
gerinen yemyeşil bir çayır olup çıkıveriyordu... Yeşilse, varıp kendini
bir çiçeğin maviliğinde yitiriyor, daha ne oluyor diyemeden uçsuz
bucaksız bir denizin ipiltili mavisine karışıp gidiyordu.
Yeşille
mavi, güneş onları usulca terk edene dek birbirlerine aktılar. Ne Sevgi
bir şey dedi, ne de adam... Ne beriki soluk aldı, ne de öteki... Neden
sonra, yıldızların arasından bir kuyrukluyıldızın ışıl ışıl olup aktığı o
anda, aralarına bir ses düştü:
“Ben Sevgi...”
“Ben de Hüsran...”
Adam
yavaşça uzandı, Sevgi’nin elini tuttu. Eldeki sıcak narinliğe şaştı.
“Sen
O’sun!”
“Evet!..”
“Seni ben...”
“Evet?..”
“Seni ben
yıllardır arıyordum.”
“Biliyorum.”
“Ama sonunda ben seni değil,
sen beni buldun...”
“...”
“Seni aramadık yer bırakmadım... Dağlar
mı dersin, ovalar mı; yaylalar mı dersin, koyaklar mı... Vurdum kendimi
yollara, bir gezgin olup çıktım... Aşmadığım deniz, geçmediğim ırmak
kalmadı... Bir faninin aklına gelebilecek her yerde aradım seni... Gece
demedim, gündüz demedim... Umudumu hiç köreltmedim çünkü biliyordum...
Bir saniye bile olsun tereddüt etmedim, gönlümü bulandırmadım. Ve
işte...”
Daha fazla konuşmadılar... İrili ufaklı pırıltıların
kaynaştığı gök kubbenin altında ayağa kalktılar. El ele, gönül gönüle,
gecenin içine doğru yürüdüler...

.....
İlkin Sevgi uyandı. Gün
henüz ışıyordu. Fırladı döşeğinden, Hüsran’ı uyandırmadan süzüldü
dışarı. Aman Tanrı’m, diye düşündü, bu ne anlatılmaz duyguydu! Sevinçten
gözleri yaşardı, bağırası geldi, kendini zor tuttu, ciğerlerine dolu
dolu çekti sabah serini havayı. Hemen koşturdu, sevgi çiçeklerinin
ortasına, çiyden ürpermiş çimenin üstüne bırakıverdi kendini. Üstünün
ıslandığına aldırmadı, kollarını iki yana açıp uzun kirpikli gözlerini
yumdu. Bir süre orada öylece yattı... Sonra yekinip kalktı, servinin
yanından seğirtip yüz adım ötesindeki, sıkça bitkilerin girişini
gizlediği mağaraya daldı. Gözlerinin loşluğa alışmasını bekledi,
beklerken yüreğinin atışını duydu duvarlardan yankılanan, gülümsedi.
Sonra başladı şarkısına... Ama bu seferki bir başkaydı... Çok
başkaydı... Bu seferki, öncekilerden, her günbatımında söylediği, her
söylediğinde bir sevgi çiçeği açtıran şarkılarından başkaydı... Buna
şarkı denemezdi aslında... Bunu hiçbir ölümlü söyleyemez, hatta
rüyalarında bile olsa duyamazdı... Bu ses cennetteki hurilere bile
parmak ısırtabilirdi... Belki de onlar bile şu an kendi şarkılarını
bırakmış, onu dinliyorlardı...
Güneş mahmurluğunu üstünden silkip
telaşla biraz daha yükseldi. Ağaçların yapraklarında hışırdanan rüzgâr
hızını azaltıp esmez oldu. Doğan uçmasını yarım bıraktı, gitti bir
kayanın üzerine tünedi, yabanıl bakışları yumuşadı. Cerenler su
içmelerini bırakıp koklaştılar. Kuşlar buldukları ilk ağaç dallarına
kondular, çifter çifter. Kelebekler, arılar, kanatlı kanatsız böcekler,
her bir canlı hepten kulak kesildi bu sese...
Ve ses başladı tüm
dünyayı kaplamaya, teker teker insanların yüreklerini okşamaya. Bu sesi
yüreğinde duyumsayan insan, işte o anda içinde bulunan bütün öfkelerden,
nefret ve husumetlerden kurtuluyor; bir erkek karısını sevgiyle
kucaklıyor; bir anne en tatlı uykusundan kalkıp bebeğinin alnına sıcak
bir buse konduruyor; bir kan davalı davasından vazgeçiyor; küskünler
barışıyor, sevenler kavuşuyor; cephede bir asker karşısındaki açık
vermiş düşmanına o mermiyi sıkmıyordu...
Sonra ses, dönüp dolaşıp
mağaranın duvarlarından içeri akıyor, ayaklarının hemen önünde bir ışık
demeti haline gelip, üzerindeki, bilinen bilinmeyen bütün renkleri
birbiriyle yoğurduktan sonra yerden yukarı, Sevgi’nin boyu kadar bir
çiçek olup fışkırıyor, mağaranın içi yaldır yaldır ışığa kesiyordu...
Sevgi
sustu... İşte bu da Sevgi ile Hüsran’ın çiçeği, onların sevdasıydı...

.....
Adam
ellerini şakaklarına bastırdı, damarlarını dolaşan kin başını
ağrıtıyordu...
Birden sert bir rüzgâr çıktı, bulduğu her şeyi önüne
katıp götürmeye başladı, belleri bükük ağaçlar kurumuş dallarıyla
inledi. Uzaklardan kurtlar uludu, çakallar heykirdi, bunlara baykuş
ötüşleri karıştı. Sokak lambaları titreşti, söndü söner oldu...
Adam
aynanın karşısına geçti, saçlarını düzeltir gibi yaptı. Aynada o anda
küçük, belli belirsiz bir çatlak başgösterdi. Bulmalıydı onu! Bulup
bütün bunlara bir son vermeliydi.
Bir şimşek parıldadı geçti, gök
iyice bulandı, bozardı, ardından bir şimşek daha kırıklandı gök
gürültüsüyle karışık. Başı boş kediler, sokak köpekleri kaçıştılar, her
biri bulduğu bir kuytuluğa sığındı.
Elini göğsünde şöyle bir
gezdirdi, kalbinin üstünde bekletti. Ne güzeldi şu sessizlik! İşte tüm
dünya da böyle sessiz olmalıydı! O atışlar, hele hele onların
heyecanlıları, sevgiyle coşmuşları hiç duyulmamalıydı. En sevdiği şey,
işte bu andaki, şu elinin altındaki gibi olan sessizlikti! Ve bu hep
böyle olmalı, ilelebet böyle kalmalıydı! Olmazsa huzur bulamaz, içini
dağlayan öfke, yüreğini sıkıştıran haset, gün olur elinin altındaki şu
güzelim sessizliği bitirebilirdi. Bunu derken aynadaki hayalin
dudaklarına çarpık bir gülücük sinmişti...
Haşin bir dalga, üstündeki
tekneyi aldı havalandırdı, yukarı yukarı savurdu, sonra ansızın
bırakıverdi. Tekne direnemedi, bir an için boşlukta asılı kaldı,
ardından hoyrat bir çocuğun elinden kurtulup düşen kırık bir oyuncak
gibi, düştü aşağısındaki azmış ıslağın köpürtülü karanlığına, imi timi
bellisiz oldu...
Aynadaki çatlak büyüdü, adamın hançeresinden
fırlayan korkunç bir kahkaha odanın duvarlarını yokladı, pencerenin
aralığından kurtulup dışarıdaki bomboşluğa karıştı.
Tarlasında çift
sürmekte olan gönlü yanık genç elindeki sabanı bıraktı, bastı yürüdü
sevdiği kızın evinden yana. Artık beklemeyecekti, sabrı tükenmişti.
Kaçırmayacaktı da. Madem onun olmayacaktı, o zaman kimseye yâr
etmeyecekti. Kapıyı açan kızın hayretten açılmış gözlerine baka baka
çekti kuşağındaki tabancayı, bastı tetiğe, akabinde bir el silah sesi
daha doldurdu üzerlerinde o musibet kahkahanın gezindiği tarlaları,
bağları... İki beden yığılıp kalıverdi kapının eşiğine, dudaklarının
kenarında büyük, bir o kadar da hazin ve yaşanmamış bir sevgiyle.
Adamın
gergin hatları gevşedi, aynadaki kendisine sırıttı. Biraz olsun
rahatlamıştı. Artık gidebilirdi... Yeterince vakit kaybetmişti... Çıktı
dışarı, kapıyı ardından kapattı... Ayna büyük bir şangırtıyla yere
düştü, çaka söne, binlerce parçaya dağılıverdi...
Sezgileri onu
yanıltmazdı ama gene de kolay olmayacaktı. Bu işin ucunu bırakacak
değildi... Karşıdan gelen yaşlı bir adamla çarpıştılar, adamcağız
sendeledi, düşeyazdı. Adam oralı olmadı. Yaşlı adam elindeki değneği
sallayarak ardınca bir şeyler söyledi, sesi rüzgârın sesine karıştı,
duyulmaz oldu.
Bu duygu onu sinirden öldürecekti... Yanından geçen,
sarmaş dolaş olmuş genç bir çifti durdurttu, sigarasına ateş istedi. Az
uzaklaşmıştı ki, arkasından bir tokat sesi, onu müteakip kızın şaşkın
çığlığını duydu, mutlandı... Sevmesinlerdi ne yapalım! Onlara ille de
birbirinizi seveceksiniz diye dayatan mı vardı?!.. Değil mi ya!.. Kin,
öfke, hiddetten daha güzel olabilir miydi hiç sevmek?.. Kıskançlık, günü
dururken, ne demeyeydi muhabbet?.. Husumet gibisi var mıydı? İnsan
yanıp tutuşur, geceleri gözünü kırpamaz, başka bir şey düşünemez
olurdu... Dostluk hiç bunun yerini tutabilir miydi, ha?.. Ne güzel bir
şeydi kalp kırmak! Savaşlar ise en hoşlandığı oyunlardı. Hele ardında
bıraktığı yıkım! Tarumar olmuş şehirler, enkazlar... Sıra sıra, üst üste
yatan, günlerce kokuşan, kokusu dağlara taşlara, havada uçan akbabalara
sinen ve bir daha hiç çıkmayan cesetler... Yiğitlerine ağlayan taze
gelinlerin çırpınışı, baba diye diye gözlerinde yaş kalmayan çocuklar!..
Ne doyumsuz bir manzaraydı o!..
Bir köpek hırladı ondan yana, hemen
de kuyruğunu kısıp kaçtı, öcü görmüş gibi saklandı.

.....
Bacadan
tüten duman salına savrula yükseliyordu... Buralarda, yakınlarda bir
yerlerde olmalıydı o... Adam sezilerine kulak vermiş, bir av köpeği gibi
yiveleye yiveleye buralara gelmişti. Kulübeye sokuldu, kapısını
tıklattı. İçindeki karanlık baş edilemez olmuştu.
Bugün Sevgi’nin
üzerinde bir tuhaflık vardı. Bu tuhaflığı neye yoracağını kestiremiyor,
anlam veremediği bu duygu içini daraltıyordu...
Kapının tıklamasıyla
düşüncelerinden sıyrıldı, kapıya yöneldi. Hüsran olamazdı, o kapıyı
neden çalsındı ki?
Adam, Sevgi’yi görür görmez anladı! Bulmuştu işte!
Yüreğindeki o soğuk, bir anda bir fırtınaya dönüştü, oradan bakışlarına
vurdu, gözleri parladı.
“Merhaba, küçük hanım...” dedi,
gülümseyerek.
Sevgi de gülümsemeye çalıştı.
“Merhaba...”
“Tanrı
misafiri kabul edersiniz herhalde?..”
Tabii kabul edecekti, adı
üstünde Tanrı misafiriydi, kapıdan çevirecek değildi ya! Kapıyı iyice
açtı, adamı içeri buyur etti.
“Havalar da iyice serinledi,” dedi
adam, ovuşturduğu ellerini sobaya doğru tutarken. “Bayağı da
yorulmuşum...”
Sevgi ses etmedi. İçine garip bir duygu
yerleşivermişti birden.
“Hüsran da neredeyse gelir...” dedi sonra,
cılız, titrek bir sesle. Sesine kendi de şaştı. Ne oluyordu? Bu
tedirginlik neyin nesiydi? Allah Allah!.. Altı üstü, adamın da dediği
gibi, bir Tanrı misafiriydi gelen. Gelip de sobanın başına koşan, üşümüş
bedenini ısıtmaya çalışan. Olacak şey miydi şimdi şu düşündükleri? Ne
vardı, ne olmuştu ki? Başını iki yana salladı belli belirsiz.
“Hüsran?!.”
“Yakacak
tedarik etmeye çıkmıştı, biliyorsunuz işte, odun, çalı çırpı filan.”
“Haa!..”
dedi adam. Demek birlikte yaşadığı adamın adı buydu! “O zaman ben sizi
daha fazla rahatsız etmeyeyim...”
Gördün mü bak, diye içinden geçirdi
Sevgi, surat yaparak adamcağızı incittin. Dağ başında kalmış bir insana
şu sobayı çok gördün. Hora geçirmedin.
“Yoo, olmaz, bırakmam...
Karnınız da açtır sizin...”
“Yok, değil,” dedi adam. “Ben
izninizle...”
“Bir tas sıcak çorba içmeden hiçbir yere gidemezsiniz,”
diye üsteledi Sevgi.
Hemen yere bir örtü yaydı, tahta sofrayı üstüne
yerleştirdi, bir perdeyle odadan ayrılmış bölmeye koştu, çabucak da bir
tasla döndü. Sobanın üstündeki tencereden aldığı iki kepçe çorbayı
içine doldurup kaşla göz arasında sofranın üzerine koydu.
“Buyrun,
afiyetle için!”
Adam çorbasını yavaş yavaş kaşıklarken, kalkıp gitmek
istermiş gibi yapmasının ne denli yerinde bir davranış olduğunu
düşündü. Kız hemencecik de üzülmüş, kalması için kendine yalvar yakar
olmuştu. Ee, dedi, bunun başka türlü olmasını da beklememişti zaten.
Çorbası
bitmiş, Hüsran denen o adam hâlâ gelmemişti. Daha ne kadar süre
ısınıyormuş gibi yapacaktı böyle bu sobanın başında!.. Gelseydi de, o da
tamamen emin olsaydı iyi olacaktı artık... Gerçi emindi, ayakları onu
alıp kendiliklerinden buraya getirmişti ama yine de... Usulca büzüldü
oturduğu köşede, uyuyacakmış gibi kıvrıldı. Tam o esnada kapı açıldı,
içeriye temiz bir serinlik doldu. Sevgi yüzünde güller açaraktan hemen
Hüsran’ın yanına koştu, onu karşıladı.
“Hoş geldin yiğidim!”
“Hoş
bulduk,” dedi Hüsran, derken gözü içerdeki yabancıya takıldı. “Yeşil
gözlüm,” diye kulağına eğilip fısıldayarak tamamladı lafının gerisini.
“İçerde
bir Tanrı misafirimiz var,” dedi Sevgi. “Hele sen gir içeri, geç
sobanın karşısına, ben de sana hemencecik bir çorba getireyim.”
Adamın
yüzü, onların daha bu ilk görüşmelerinde karardı, içinde kıskançlık uç
vermeye başlamıştı bile. Bozuntuya vermemeye çabalayarak, yüzüne
hafiften gülümseyen maskesini takıverdi. Demek, sezgileri doğruydu! Öyle
olmasa bunların birbirleriyle böyle sevgiyle, saygıyla konuşmaları ne
mümkündü!.. Onun bulunduğu yerde ot bitmez, tomurcuk açmazdı... Sevgiler
o saat tükenir, mutluluklar körelirdi. Bir de şunlara bakındı hele!..
Hüsran
gelip adamın karşısına oturdu, halini hatırını sordu. Adam pek konuşkan
değil, diye düşündü, üstünde durmadı, Sevgi’nin getirdiği çorbasını
içmeye koyuldu. Onun da üstüne bir tedirginlik çöküvermişti. Adamın
bakışları bir tuhaftı... Nasıl anlatmalıydı? O donuk bakışların
arkasında başka bir şey vardı... Gizli, açığa çıkmasının istenmediği bir
şey... Sonra vazgeçti bu düşüncelerinden, azıcık da kendisine kızdı.
Bir konuk hakkında ne biçim düşünüyordu...
Kısa süreli, zorlama
olduğu her halinden anlaşılan bir hoşbeşten sonra adam müsaade isteyip
ayaklandı. Gitmesi gerekti! Bir an evvel terk etmeliydi burayı! Şurada,
sevgiyle çarpan şu iki yüreğin tıpırtısını duymak onu çıldırtabilirdi!
Evet, duyuyordu onları, hem de ta iliklerinde... Dayanamayacaktı artık!
Adam
çıkmadan önce, kapının eşiğinde durup öyle bir baktı ki, hem Sevgi’nin
hem de Hüsran’ın yüreği titredi. Sonra hızlı adımlarla karıştı gitti
akşamın ıslak karanlığına.

.....

Neden, neden, neden?..
Adam bu soruyu kendi kendine sorup duruyor, her soruşunda sinirden
soluğu tıkanıyordu. Neden onlara bir etkisi olmuyordu ve neden onların
yürekleri de diğerlerininki gibi o anda öfkeye batmıyor, birbirlerine
bakan gözleri kin kusmuyordu? Nedendi? Nasıl oluyordu? Sorusuna yanıt
bulamıyor, bulamadıkça iyiden iyiye delleniyordu. Ama biliyordu... Hep
O’nun başının altından çıkıyordu... O yüzündeki gülücük sahte,
gözlerindeki ışıklar sahte karının başının altından... Solduracaktı o
sevgiyi... İçindeki kızgınlık öyle bir hal almış, öyle bir hal almıştı
ki, kendine hâkim olmasa hemen şu anda çat diye ta orta yerinden çatlar,
un ufak olabilirdi.
O kızıp köpürdükçe gök iyice kararıp bozarıyor,
inceden inceye yağan yağmur azıyor, rüzgâr uğultularla ağaçları yerlere
dek eğiyor, onları inildetiyordu.
Adam şimdi, bir yandan garip sesler
çıkararak bağırıyor, lânetler okuyor, bir yandan saçını başını
çekiştiriyordu. Bağırtıları dalga dalga göğe yükseliyor, dağları,
ovaları aşıp, duyan her türlü canlıyı birbirine düşürüyordu. Adam bunu
hissediyor, hissettikçe sesi daha bir ürkünç, daha bir kötülükçül
çıkıyordu. Artık sadece bağırmıyor, hem hırıltılarla karışık gülüyor,
hem acı acı uluyordu...
Sesin eriştiği bir kedi yattığı yerde birden
kulaklarını dikti, tısladı, onu şimdiye dek hep el üstünde tutmuş,
hiçbir vakit yiyeceğini aksatmamış yaşlı sahibesinin kendisini sevmekte
olan elini cırnaklayıp kanlar içinde bıraktı, sonra kaçıp girdiği
kanepenin altından vahşi vahşi baktı.
Hırsızlık için girdiği evden
sessizce çıkmak üzere olan hırsız durdu, geri döndü, ben ne yapıyorum
bile demedi, paldır küldür daldı evin yatak odasına, başladı elindeki
bıçağı yorganın altındaki o iki bedene rastgele saplamaya... Sapladıkça
keyifleniyor, keyiflendikçe habire daha büyük bir arzuyla saplıyordu.
Adam
nihayet sustu. Beynini teslim alan öfkesi bir nebze olsun yatışmıştı.
Şimdi sızlanmak vakti değildi... Şimdi oturup düşünmeli, o aşkı yerle
bir etmenin yolunu bulmalıydı. Yoksa böyle bağırıp çağırmakla hiçbir şey
elde edemezdi. Olsa olsa bir-iki mendeburu etkileyebilirdi. Ama bu onun
dişinin kovuğuna bile gitmezdi. Dünyadaki bütün umutları, beklentileri;
bütün arkadaşlık ve dostlukları; sonra, evet sonra da sevgiyle ilişiği
olan herbir şeyi dumura uğratmalı ve en nihayetinde de sevginin
kendisinin köküne kibrit suyu dökmeliydi...

.....

Pustuğu
kayanın arkasından boynunu uzattı, elini gözlerine siper etti. İşte,
kulübeden çıkmışlardı. Ne kadar da çok uyuyorlardı! Sevgi, Hüsran’a
sarıldı, adamın gözleri kinle kısıldı, mutlulukları ta buradan bile
belli oluyor, diye düşündü. Hüsran uzaklaşırken döndü, Sevgi’ye el
salladı, kan adamın beynine sıçradı. Daha fazla bakamadı, elleriyle
yüzünü kapattı. İçindeki öfke damarlarını sızıldatıyordu. Umarım bu son
el sallayışın olur dedi, dişlerini gıcırdattı. Gidişin olsun da, dönüşün
olmasın diye ilendi. Gözlerini kadına dikti, her hareketini izlemeye
başladı. Bütün her şey işte bu kadındaydı... Bundan emindi...
Gün
akşama kavuşana dek o bir çift göz Sevgi’yi izledi, hiç bıkmadan, hiç
usanmadan. O nereye gittiyse, o gözler de onu takip etmişlerdi. Artık
güneş yorulmuş, gölgeler uzamıştı. Adam kayda değer bir şey görememenin
kızgınlığıyla yanıp tutuşuyordu. Koca bir geceyi ve peşinden koca bir
günü burada, bu ayazda geçirmiş ama henüz hiçbir şey geçmemişti eline...
Ama sabretmeliydi, buna mecburdu. Emelini gerçekleştirmenin yolu
sabırdan geçiyordu. Sabreden derviş, muradına ermiş’ti... Bu ‘derviş’
benzetmesi hoşuna gitti, pis pis sırıttı.
Sevgi bir ara
dudaklarındaki şarkı mırıltısıyla kulübeye girdi, omzunda pembe bir
şalla geri geldi. Pembe, diye söylendi adam. Breh, breh, amma da
yakışmıştı yani... Bu kadın milleti de ne acayip oluyordu. Niye pembeydi
de siyah değildi? Ya da niye renksiz değildi? Aslında en güzeli renksiz
olan renkti. Sonra, bırak şimdi renklerle dalaşmayı, dedi kendi
kendine, bak kadın yel yepelek bir yerlere gidiyordu. Hemen sindiği
yerden atıldı, kadının peşine düştü.
Sevgi koşar adımlarla servinin
yanından geçti, sayıları iyice artmış, boy boy olmuş sevda çiçeklerinin
oraya geldi, azıcık soluklandıktan sonra etrafını sevince, adamın kara
yüreğini ise öfkeye boğan o sıcacık, o yumuşacık şarkılarından birisini
söylemeye başladı. O söyledikçe çevresindeki çiçeklerin renkleri daha
bir canlanıyor, daha bir parlaklaşıyordu. Şarkısı bittiğindeyse
çimenlerin arasından rengarenk yeni bir çiçek daha filizlenmişti. Adam
gözlerini inanamayarak kırpıştırdı. Demek buydu ha!.. Dünyadaki o
kahrolası sevgilerin kaynağı buydu demek!.. Nasıl olmuştu da şimdiye dek
bunu akıl edememişti? Vay sersem kafam vay dedi, kafasını yumrukladı.
Sevgi
gittikten sonra adam hiç vakit geçirmeden o sevgileri yeşerten
çiçeklerin arasına daldı, muleta görmüş azgın bir boğa gibi onları
ayaklarının altında ezdi, çiğnedi, üzerlerinde tepindi. Kimilerini çekip
yoldu, kendisine bakan ayın hüzünlü, donuk çehresine doğru kökleriyle
birlikte savurdu. Bunları yaparken garip bir şehvetle yamulmuş ağzından
salyalar akıyor, durmadan yakası açılmadık küfürler ediyordu. Bir ara
durur gibi oluyor, kendi kendine bir şeyler söyleniyor, sonra birden
solundaki çiçeğin üstüne hücum edip onu paramparça ettikten sonra anında
sağındakinin üstüne atlayıp tekmeliyor, böyle böyle kendini kaybetmiş
bir halde nazenin çiçekleri bir bir örseliyor, tahrip ediyordu. Sonuncu
çiçeğin yapraklarını tek tek kopardıktan ve başını ayağıyla eze eze
toprağa gömdükten sonra duruldu adam. Yüzünde hafiften bir gevşeme
görüldü, iki eliyle mintanının önünü açtı, bağrını aya döndü, kızgın
teri göğe doğru buğu buğu yükselirken sürekli ‘alın size çiçek, alın
size sevgi’ diyordu...

.....

Devrisi gün kimse kimseye
selâm vermedi, kimse diğerine ‘günaydın’ demedi. İçlerinden gelmedi.
Herkes birbirine burun kıvırdı. Dedikodu aldı başını yürüdü, büyüğün
küçüğün içinde haset kol gezmeye başladı. Herkes nedenini bilmediği
halde birbirinin kuyusunu kazmanın düşüncelerine yatmış, başkalarının
gözünü oymanın vereceği hazzı şimdiden yaşamaya başlamıştı. İnsanların
arasındaki sevgi bitmiş, anlaşılmaz bir nefret yüreklere egemen olmuştu.
Kapılar komşulara açılmaz, çocuklar sokak aralarında oynamaz, top
koşturmaz olmuştu. İnsanlar yardımlaşmayı bir külfet addetmeye,
zenginler yoksulları daha bir sömürmeye, ellerindeki son lokmalarını
bile onlara çok görmeye başlamışlardı. Güçlüsü düşkününü, düşkünüyse
kendisinden daha düşkününü ezmeye bayılır olmuştu. Kimse de kalkıp neden
biz böyle olduk demiyor, yaptığı kötülükleri vicdan terazisine
koymuyordu. Geceler huzursuz geçiyor, eşler birbirlerine sırtlarını
dönüp yatıyor, daha olmadı odalarını ayırıyorlardı...
Gelgelelim,
bunca zaman geçmesine karşın ne Sevgi ne de Hüsran’da en ufak bir
değişme olmuştu... İşte adam bunu anlayamıyordu! Nasıl oluyordu da bu
ikisi hâlâ birbirlerini bu denli sevebiliyorlardı? O kadın yine her
akşam yaptığı gibi oraya, o çiçeklerin olduğu yere gitmiş, harap edilmiş
çiçekleri ilk gördüğünde oturup iki gözü iki çeşme ağlamış, söylemeye
çalıştığı sevgi şarkısı ses olup boğazının boğumlarından çıkamamıştı. O
gece, bütün gece durmadan ağlayıp hıçkırmış, buna Hüsran bile engel
olamamıştı. Ondan sonraki akşam yine o yere gidip şarkı söylemeye
çalışmış ama yüreğindeki derin acı, kalın, kıvrım kıvrım bir yılan olup
boğazına çöreklenmiş ve bunu her defasında imkânsız kılmıştı. Sevgi
artık şarkılarını söyleyemez olmuş, gönlü koparılan sevgi çiçekleri
misali solmuştu.
Tamam, kadın şarkı söyleyemez, o çiçekleri açtıramaz
olmuştu... İyiydi, güzeldi ama ya o herifle aralarındaki sevgi?.. Ona
niye bir şey olmuyordu?.. Bu işte bir bit yeniği vardı ama neydi?
Üçüncü
gün, güneş yerini usul usul, hiç belli etmeden akşama bırakırken yüreği
hopladı Sevgi’nin birden... Nasıl olmuştu da aklına gelmemişti? Hemen
fırladı yerinden, sırtına zehirli birer ok gibi yapışmış bakışları fark
etmeden, bir solukta mağaraya ulaştı. Allah’a şükür, dedi, dua etti.
Sevda çiçeği tüm haşmetiyle, tüm canlılığıyla olduğu yerde ışılayıp
duruyordu. Gitti, önünde diz çöktü, gövdesine elini sürdü, sevdi...
Sevgi
mağaradan çıktıktan sonra, adam sinsice içeri daldı. Gördüğü manzaraya
önce çok şaşırdı, sonra öfkelendi. Günlerdir, gecelerdir kendi kendine
sorduğu soruların yanıtı işte karşısında, onunla alay edercesine nazlı
nazlı arzı endam ediyordu. Öfkesi tez dindi, sevinçle ellerini
ovuşturdu. Sakince çiçeğe yaklaştı, ağzında yılık bir gülücük, gitti
yapraklarını birer birer okşadı, anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Sonra
birden ipinden boşanmış kudurgun bir it gibi saldırdı güzelim çiçeğe.
Neresi denk gelirse orasını çekti, kırdı, kopardı. Ağzından taşan
köpürmüş tükürükler üstüne başına sıçrıyor, gözleri yuvalarından
uğrayacakmış gibi beleriyordu. Bu eşitsiz kıyım ne kadar sürdü fark
etmemişti, yorulduğunu hissetti, durdu. Bayağı terlemişti. Çiçekten
bir-iki adım uzaklaştı, soluk soluğa yere bağdaş kurdu, ağzının kıyısına
çiçeğin ince parçalarından birini yerleştirdi, keyifle gevelemeye
başladı. Eserini artık zevkle seyredebilirdi...

.....

Ertesi
gün, Sevgi içinde tuhaf bir huzursuzlukla yatağında döndü, kolunu
Hüsran’ın yattığı yana uzattı, eliyle bir-iki yokladı. Sonra telaşla
gözlerini açtı. O da ne? Hüsran’ın yerinde o her zaman sevda ezgileri
üflediği kavalı duruyordu sadece... Soğuk bir ter boydan boya dolaştı
bedenini. Koşarak dışarı çıktı, “Hüsran, Hüsran!..” diye bağırdı.
Kulübenin çevresini dolandı, geldi. Yoktu! Ses de vermiyordu! Bunun ne
anlama geldiğini çıkartamadı. Ani bir kararla başladı mağaraya doğru
koşmaya. Düştü, kalktı, gene koştu, bacakları feldir feldir girdi
karanlık mağaradan içeriye. Girmesiyle, gördüğü sahne karşısında bayıldı
bayılacak gibi oldu... O güzelim çiçeğin herbir parçası bir yana
dağılmıştı! Aynı öteki çiçekler gibi! Ne olmuştu? Bunu kim yapmıştı?
Bunları bile düşünecek halde değildi. Bir hamlede çıkıp terk etti artık
içerisi sevda ışığına batmayan mağarayı... Onu bulmalıydı! Bir yandan
deliler gibi koşuyor, öte yandan avazı çıktığınca Hüsran’ın adını
ünlüyordu. Sesi sisler arkasındaki dağlardan dönüp geri geliyor,
“Hüsran’ı bulamadım, onu göremedim” diye kulaklarında çınlıyordu...
O
gün bütün gün, yağmur demedi, soğuk demedi koştu, Hüsran’ını aradı,
bağırdı. Sonra sesi kısıldı, o yine durmadı, bu kez fısıldadı yine de
aramasını bırakmadı. Her ağacın arkasına, her çalının altına, olacak
olmayacak her yere baktı. Kayaların kuytuluklarını dolandı. Soluklanmayı
aklının ucundan bile geçirmeden oraya buraya çılgınca koşturdu. Gördüğü
böceklere, kelebeklere onu sordu. Bir ağacın dalında oturan doğana
yalvardı, bana yardım et, dedi. Gece akşamla nöbet değiştirirken
kulübeye döndü, kendini bomboş yatağa boylu boyunca bıraktı. Ağlamaktan
kan çanağına dönmüş gözlerini yumdu, Hüsran’ın yastığını koynuna çekti,
sıkı sıkıya sarıldı...
Sevgi’nin dayanacak gücü kalmamıştı artık. Kaç
gün, kaç gece olmuştu? Her saniyesi Hüsran’ı aramakla geçmiş, yemekten
içmekten kesilmiş, yaşama isteği kalmamış, her an ona artık bir işkence
olmuştu. Her sabah, daha tanyerleri ışımadan kalkmış, kendini yollara
vurmuştu ama hepsi beyhudeydi!.. Hüsran yer yarılmış da içine girmiş,
gaiplere karışmıştı...

.....

Bir ikindi vakti sessizce
terk etti kulübeyi... Avurtları birbirine geçmiş, gözleri çökmüş,
altları kapkara kesilmişti. Saçı başı darmadağınıktı. Başı önde,
arkasına dönüp bakmadı bile, kapıyı da kapatmadı. Yüreğinde zorlu bir
yas, dilinde Hüsran’ın adı, aldı yürüdü. Ortalığa meşum bir sessizlik
çökmüş, bütün yaratıklar, bütün dünya bu sessizliğe teslim olmuştu...
Çayıra geldiğinde, havada daireler çizip bir o yana bir bu yana
delirmişçe uçan, uçarken tuhaf sesler çıkaran doğanın farkına bile
varmadı. Ağaçlar üşür gibi ürperdiler, yaprakları titredi. Güneş,
gölgelerini Sevgi’nin üstüne vura vura geçip giden kara kara bulutların
ardından bir görünüyor bir yitiyor, o bile aslında hiç görünmek
istemiyordu...
Derenin üstündeki köprüyü geçti, karşısındaki tepenin
beline bir sevgili gibi sarılmış yolu tırmanmaya başladı. Nereye
gittiğini bilmiyordu. Bildiği tek şey bu yaşamın Hüsran’sız hiçbir şey
ifade etmediğiydi. Tepenin doruğuna varınca şöyle bir durakladı, bir
umutla arkasına baktı. Hayır, yoktu! Ve artık hiç gelmeyecekti! Demek bu
denli kolaydı, ha?.. Demek bu denli yanılmıştı, ha?.. Demek...
Düşünceleri beynini acıttı; söylemek, haykırmak istediği sözleri
boğazını bir ağı gibi yaktı. Bakışlarındaki ölgün ışıltının son
kırıntıları da sönüverdi, alnı kırış kırış oldu. Artık hiçbir şey
düşünmek istemiyordu. Niçin düşünsündü ki?.. Tek istediği vardı...
İçindeki karşı konulamaz dürtüye uyarak önündeki boşluğa doğru bir adım
attı, bunu yaparken gözlerinden kurtulmak isteyen yaşları da özgür
bırakmıştı...
Saçları, entarisinin etekleri yukarı doğru uçuşurken,
bedenini yalayıp geçen, kulaklarında “Hüsran, Hüsran” diye uğuldayan
yel, aynı anda her yanı kaplayan o iğrenç, insanı hayvanı korkuya salan
kahkahaları duymasını sanki bilerek engelliyordu... Hüzünlü gözlerinin
son gördüğü şey ise, ölmekte olan bir sevginin (Sevgi’nin) hemen önünden
denize karışırken pırıltılanan gözyaşlarıydı...

.....

İşte
o günden sonra hepimizin; insan olan her insanın, sevgiyi yüreğinin ta
en derinlerinde duyumsayabilen herbirimizin, sevindiğimizde, ağız dolusu
güldüğümüzde, birisini en içten duygularla sevdiğimizde gözlerimizden
yaşlar gelir olmuştur... Biz buna “sevinç gözyaşları” demişiz... Belki
de doğrusu “Sevgi’nin gözyaşları” olmalıydı... Ne dersiniz?...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Sevginin Gözyaşları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Sevginin de böylesi, duygulanmak kesin.
» Takvim Gözyaşları
» Konyalı Yazardan 'Aşkın Gözyaşları-Tebrizli Şems'

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: Hikayeler-
Buraya geçin: