hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Hurafeler

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Hurafeler 2duy3hj

Hurafeler Empty
MesajKonu: Hurafeler   Hurafeler EmptyPtsi Tem. 12, 2010 1:05 pm

Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye ve
rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler tümüyle
uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih boyunca dine
mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır.


Hurâfe, aslında bir insanın adıdır. Aslı astarı olmayan hikâyeler
anlatırmış. Dolayısıyla, Hurâfe’nin anlattıkları, Hurâfe’nin
uydurdukları, Hurâfe’nin çıkardığı söylentiler zamanla, bu tür bütün
uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.


Hurâfeler, dilden dile veya kitaplar aracılığıyla anlatılan
rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur, yani uydurma
şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin
önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâye olsa, üzerinde
durulmaz. Hikâye ve masal, her yerde her zaman anlatılabilir,
yazılabilir. Ancak, uydurma ve yanlış oldukları halde bunlara dinî bir
maske takılır, İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü
bu tür rivâyetler müslümanların saf inancına zarar vermektedir.


Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, yahûdi ve
hıristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara ‘İsrâiliyyât’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı
halde dine sonradan sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları
halde, çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı,
halk arasına yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır.
Hurâfeler, İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma
hikâyeler ve çarpık davranışlardır.


Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken bir
taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış
fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din,
günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Halbuki İslâm, kâinattaki
kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap
etmektedir.


Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce, birçok tavır ve
anlayış da birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri gibi
sunulmaktadır. Halbuki bunların çoğu, gerçekliği kesinleşmemiş teori,
zan ve kuruntudan ibârettir veya kişilerin kendi görüşleri, ya da
zamanla modası geçecek hususlardır. Bunların pek çoğu müslümanların saf
inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ‘modern hurâfeler’ dememiz
mümkündür. Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun,
her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar.


Dinimize göre, İslâm imanı dışında kalmış kişi dalâlettedir/sapıktır.
Müslümanı doğru yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaştırıcı,
sapıklığa çağırıcı üç ana sebep vardır: Şeytan, ehl-i kitap (yahûdi ve
hıristiyanlar), bid’at ve hurâfeler. Bid’at ve hurâfeler, farkına
vardırmadan doğru yoldan uzaklaştırıcılıkları dolayısıyla, en az önceki
iki sebep kadar, hatta onlardan daha etkili yanıltıcı ve
saptırıcılardır. Bunların müslümanlar için arzettikleri tehlikeye ve
sünnetin yaşanması gereğine Peygamber Efendimiz birçok hadis-i
şeriflerinde dikkat çekmiştir.


Sağlıklı bir İslâmî yaşayış için, önce sağlam inanç esaslarına ve
bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın, sonra da ciddî,
bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak hurâfe ve
bâtıl inanışlara kapılmamanın, körü körüne taklitçiliği terketmenin,
çevre, toplum ve ecdattan devralınan anlayışı Kur’an ve sünnet ölçüsüne
vurmadan doğru kabul etmemenin önemi inkâr edilemez.


Bilindiği gibi hakikatin zıddı olan hurâfe, aslı esası olmayan,
uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve
mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde
dolaşan abartılmış hikâyelerden, efsâne ve kerâmet adı altında
uydurmalardan ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere
inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir. Her devirde, her
toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurâfe ve bâtıl inanışlar,
toplumların ortak derdi olarak daima gündemde kalmış önemli bir konudur.
Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece insanlığın başına dert olmasında
genellikle câhillik, alışkanlık, gelenek-görenek, propaganda, çıkar
hesapları/istismarlar ve kişisel zaaflar etkili olmuşlardır.


Öte yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç ve
gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli bazı konularda ve
özellikle kadınlar arasında yaygındırlar. Kadınlardan nice kültürlüler
bile, bâtıl itikatlara ve inanılmayacak şeylere inanmaya meyillidirler.
Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin yeterince yerine
getirilmesi gibi sosyo-ekonomik tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların
ortadan kaldırılabileceği görüş ve iddiâsı, modern ve ileri kabul edilen
toplumlarda da (ülkemizdeki batılı kültürle yetişmiş ve ekonomik yönden
halk ortalamasının üzerinde yaşayan sosyete çevrelerinde de) çeşit
çeşit hurâfe ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük
ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Bu durum hurâfe ve bâtıl inanışların
ekonomik olmaktan çok kültürel, daha doğrusu sahih iman/inançla ilgili
itikadî bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, dinler
tarihi bize göstermektedir ki, insanlar tarihin çeşitli dönemlerinde
doğrudan uzaklaşmışlar, birtakım yaratıkları kutsallaştırıp
ilâhlaştırmışlar, hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı olmuşlardır. Bütün
bu dönemlerde Allah, rahmetiyle muâmele etmiş, peygamber ve kitap
göndererek, insanlığı boş ve asılsız, zararlı inanç ve tapınmalardan
kurtarmaya, dünya ve âhirette huzurlu kılmaya çağırmıştır. Hak dinin
peygamberler aracılığı ile verdiği bu ciddî savaşa tevhid mücâdelesi
denilir.


Tevhid mücâdelesi, putperestlerle mücâdele demek olduğu kadar,
asılsız kabuller, yanlış uygulamalar, yani hurâfe ve bâtıl inanışlarla
da mücâdele demektir. Kur’an ve Rasûlullah da aynı şartlar içinde zuhur
etmiş ve aynı mücâdeleyi naklî olduğu kadar, en aklî ve mantıkî
metodlarla da en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun tarihî kanıtı,
“câhiliyye devri” diye bilinen İslâm öncesi dönemin kokuşmuş ortadoğu
toplumlarının, Kur’an ve Sünnete uydukları süre içinde dünya
toplumlarınca özlem ve gıpta ile izlenen İslâm medeniyetini
gerçekleştirmiş olmalarıdır.


Ne var ki, bu kültürel hastalık (hurâfe ve bâtıl inanışlar), Kur’an
ve Sünnet çizgisini unutan, o anlayış ve yaşayışı yozlaştıran değişen
düzen ve toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş, giderek
gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir.


Hurâfe ve bâtıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdâda/atalara
bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin
bulunduğu bir vâkıadır. Bazı yaratıklarda (özellikle ölmüş kişilerde,
onların yatırlarında) üstün güç ve nitelikler görerek, onların
yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak
gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça görülen büyük yanılgısı
olmuştur. Kendilerini bu fecî yanlıştan kurtarmaya çalışan peygamberleri
ve onların izindeki mü’minleri “uğursuzluk sebebi” olarak suçlayan
toplumlar bile görülmüştür. Hatta İslâmiyetin getirdiği en muazzam
gerçekleri “öncekilerin uydurmaları, masalları” diye, hurâfeler ve bâtıl
inanışlar adına mahkûm etmek isteyenler çıkmıştır. Günümüzde de
saplandıkları hurâfe ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlar görülmekte,
kendilerini uyarıp karşı çıkanlara, kendi vasıfları olan “yobaz” ve
“sapık” gibi ithamlarla saldıranlara rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu
davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin bir
cehâlet/câhiliyye bulunmaktadır. Dinimizin, insan fıtratına/özüne ve
gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilekleri ve bunlara
dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip
olan, İslâm’ı aslına uygun
şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz davranışları sergilemesi
düşünülemez. Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır; bilgi
gerçek anlamıyla vahiydir, haktır, hakkı/İslâm’ı kabul edip teslimiyettir.


Toplumun hangi kesimine mensup olursa olsun, yeterli ve sağlıklı dinî
bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde bulunan kişilerin, hurâfe ve
bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır. Çaresi ise, bütünüyle
toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip kılmaktır. Hurâfe
ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara dokunur.
Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar, kişileri farkına vardırmadan doğru
yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de
bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek davranış olarak, inandıklarını
söyledikleri dinin gerçeklerinden uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili
Peygamberimiz'in bir hadis-i şeriflerinde buyurdukları gibi, her bid’at
ve hurâfe dalâlet/sapıklık sebebidir: “Sözlerin en güzeli Allah’ın
kitabı; yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve
zararlısı, dinden olmadığı halde sonradan uydurulup dine
sokuşturulanlardır. Böyle uydurulmuş her şey bid’attır, hurâfedir. Her
bid’at da dalâlettir/sapıklık sebebidir.” (Müslim, Cum'a 43; Ebû Dâvud,
Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime 7)


Öte yandan, hurâfe ve bâtıl inanışlar; inanma, kulluk, takdir ve vefâ
duygularının kötüye kullanılması demek olduğundan toplumda kavram ve
değer kargaşasına yol açarlar. Hak ile bâtı(doğru ile eğri) birbirine
karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları halinde bu asılsız inanç ve
uygulamalar “kurunun yanında yaşın da yanması” gibi, yeterli dinî
bilgisi olmayan kişiler tarafından, dine ait bazı esasların da hurâfe ya
da bâtıl inanış olarak görülmesine ve tenkit edilmesine sebep olurlar.
Böylece “dindarlık” yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların
tenkidine yol açmış olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar.
Unutulmamalıdır ki herhangi bir kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek
gibi sorumluluk doğurur.


Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı, bu
durumlarına “dindarlık”, bunlara karşı çıkılmasına da “itikatsızlık,
inançsızlık, sapıklık” damgasını vururlar. Oysa, iyi bilinmesi gerekli
olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve uygulamalarla
dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden olanı dince kabul
ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle
mümkündür. Bu yüzden dindarlık sanarak hurâfe ve bâtıl inanışlara
kapılmak, cennet sanarak cehenneme yönelmektir.


Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri,
uyarılmak istendikleri zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve
yaşayanların çokluğunu, atalarından böyle gördüklerini öne sürerek,
yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu veya atalarının yolunu
yanlışın doğru, hurâfenin hakikat sanılmasına gerekçe yapmaya
çalışırlar. Değil çoğunluğun, bütün bir toplumun ve mezarlarındaki
ölülerin tümünün bile yanlış ve hurâfe üzerinde birleşmesi, onun
niteliğini değiştiremez, hurâfeyi hakikat yapamaz. Gerçeğin ölçüsü,
sadece gerçektir/haktır. Gerçek, Kur’an’da belirtildiği gibi Allah’tan
gelendir/vahiydir: “Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın
kuşkulananlardan olma.” (2/Bakara, 147)


Tüm belâların anası olan cehâletin sosyal bir belirişi olan hurâfe,
dinde yozlaşmanın besleyici zeminini oluşturan sinsi ve zehirli bir
musîbettir. Halk kitlelerini perişan eden bulaşıcı bir hastalık olmasına
rağmen asırlardır hiç kimse onu tümüyle etkisiz kılma başarısını
gösterememiştir. Ocakları batıran, ama yine de peşinden gidilen rezil
bir yosmaya benzer hurâfe. Yıkıcı ama câzibeli, zehirleyici ama tatlı...


Hurâfenin ana ocağı İsrâiliyattır; öncelikle ve özellikle
yahûdiliktir. Onu hıristiyanlık izler. Ehl-i kitap geleneği, bir anlamda
hurâfeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazar boncuğundan muskacılığa,
falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan şeytan/cin çıkarmaya kadar
akla gelebilecek tüm hurâfe çeşitleriyle doludur.


İsrâiliyât tahribi, hurâfe yığınının omurgasını oluşturmaktadır.
İsrâiliyyât denilen ehl-i kitap hurâfeciliğini, özellikle yahûdilik
yoluyla bünyesine aktaran müslümanların yanlış kültürü, daha sonra buna
hıristiyan, Sasani, Hint, Eski Yunan ve nihayet Türk-Şaman kabullerini
de ekleyerek iyice hurâfe okyanusuna dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı
pagan, yarı mistik bir dinin oluşturduğu kollektif bir şuuraltına sahip
bulunan Türk insanı, İslâm’ı
kabul ettiğinde, bu sayılan hurâfelerin ilk dördünü, girdiği yeni dinle
birlikte sîneye çekmekle kalmadı, ona kendi Şaman kaynaklı hurâfelerini
de, ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir zaman geldi ki, Türk
insanı için din hayatı, bir tür hurâfeler hayatı oluverdi.


Hurâfe, bunamak anlamındaki haref kökünden türemiş bir kelimedir.
Kitleleri bunamaya iten bir hastalık olduğu için bu toplumsal illete
hurâfe denmiştir. İbn Manzûr hurâfeyi, “yalan sözün tatlı geleni” diye
tanıtır (Lisânü’l-Arab, Hı-rı-fe maddesi). Demek oluyor ki hurâfede, tüm
tutarsızlığa rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen bir yan
bulunmaktadır. Belki de hurâfeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze
aldanma şeklinde tecellî eden akıl almaz ahmaklıktır.


Batı dillerinde, Latince bir kök olan superstitio’dan türeyen
superstition kelimesiyle karşılanan hurâfe, bu dillerdeki ortak kabule
göre de mantık dışı, temelsiz, boş, aldatmaca, büyü türünden inanç ve
kabul demektir. Bu sözcük, aynı zamanda ataların kabullerinden gelen
akıl dışı anlayışları da ifade eder. Larousse’a göre, hurâfede
“mesnetsiz, saçma yükümlülük”, belirgin niteliklerden biridir.


Hurâfe-Atalar Dini İlişkisi: Kelimenin
kökünde, eski halk inançları anlamları da vardır. Bu demektir ki,
hurâfecilikte, eski kabullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi
önemli noktalardan biridir. Kur’an’ın
ecdat kabullerini dokunulmaz kılmayı putperestliğin bir belirişi olarak
gösteren konumuzla ilgili âyetlerini hatırlamalıyız. Hurâfenin omurga
noktalarından biri, eski ataların kubullerini yeni zamanda yaşatmaktır.
Kur’an 25 âyetinde şirkin bir belirişi olarak gösterdiği ataların âdet
ve geleneklerini kutsallaştırmayı hurâfe sebebi kaynaklardan biri olarak
ortaya koyar. Ecdatperestliğin temel sloganı, peygamberlerin temel
kanıtına bir karşılık olarak gösterilmiştir. Peygamberler diyor ki:
“Eğer doğru sözlüler iseniz delilinizi getirin!” (2/Bakara, 111). Yine
peygamberler diyorlar ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber
verin!” (6/En’âm, 143; 46/Ahkaf, 4). Şunu da söylüyor nebîler: “Eğer
doğru sözlüler iseniz haydi kitabınızı getirin!” (37/Sâffât, 157). Bu
isteğe, hurâfeci şirkin verdiği cevap şudur: “Eğer doğru sözlüler iseniz
bize atalarımızdan kanıt getirin!” (44/Duhân, 36; 45/Câsiye, 25). Veya
şöyle söylüyorlar: “Şu dediğinizi biz, önceki atalarımızdan duymadık.”
(23/Mü’minûn, 24; 28/Kasas, 36)


Hurâfe zehrinin kimliğiyle onun panzehirinin kimliğini birer cümlede
böylesine ihtişamla anlatmak, ancak Kur’an kelâmının başaracağı bir
hârika olabilirdi. Bu kelâm hârikasından biz şunu öğreniyoruz:
Hurâfecilik ve atalar yolunu körü körüne taklit; bir ilimsizlik,
kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem ederek
ataların fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale getirir.


Hurâfe-Ümniyye İlişkisi: Çoğulu
“emânî” olan ümniyye kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde tekil, beş
yerde çoğul olmak üzere toplam 6 yerde geçmektedir.Fiil halinde
kullanımı ise bunun iki katından fazladır. Kur’an bu kavramı, kitap
kavramına karşı bir olumsuzluğu ifade için kullanmaktadır. Karşıtlık
şöyle verilmektedir: “Kitabı bilmezler, sadece emânî
bilirler...”(2/Bakara, 78). Ehl-i kitap dediğimiz yahûdi ve
hıristiyanlarla müslüman kitlelerin emânîsinden şikâyet edilmekte,
meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözülemeyeceği belirtilmektedir.
Çözüm; Kitap, ilim ve eylem ile olacaktır (4/Nisâ, 123).


Kitab’a, yani ilim ve delile karşı konmuş bulunan emânî, aslı-esası
olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak anlamlarındaki
ümniyye kelimesinin çoğuludur. Ümniyye, takdir etmek (ölçü tutturmak)
anlamındaki meny kökünden türemiştir. Meny sözcüğündeki takdir, daha çok
sanı, hayal ve kuruntuya dayanarak yapılan tahminler için kullanılır.
Bu yüzdendir ki meny, genellikle gerçeğe dayanmayan hayalî tasavvurlar
ve tasarımları ifade eder. Bu kökten gelen “temennâ” fiili, “yalan
söyledi” anlamındadır. Buradan hareketle Mücâhid bin Cebr gibi bazı
müfessirler, emânî kelimesini “yalanlar” diye açıklamışlardır.


Kur’an’ın “Kitab”a karşıt gösterdiği emânî, bizim hurâfe, anlamadan
veya yanlış anlayarak okumak dediğimiz illetlerin ta kendisidir. Emânî
hakkında bilgiler veren Râgıb, şöyle diyor: “Şeytan, peygamberlerin ümniyyelerine bir şeyler
karıştırır” mealindeki âyet (22/Hacc, 52) bünyesinde kullanılan ümniyye,
okuyuş demektir. Kendini iyice vermeden okumak, bu tehlikeyi
taşıdığındandır ki, Hz. Peygamber’e Kur’an okuyuşunda aceleden kaçınması
emredilmiştir (20/Tâhâ, 114; 75/Kıyâme, 16).”


Şeytanın insanı saptırışının esası da ümniyyeye itmektir. Şeytan, tüm
vaatlerinde ümniyye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden sırf
üfürük olsun diye okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere inanıp bel
bağlamaya iter (bk. 4/Nisâ, 120). Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu
ümniyeler (hurâfeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak
saptıracağını Allah huzurunda açıkça beyan etmiştir: “Yemin olsun,
onları ümniyyelere, (boş kuruntulara, hurâfelere, yalanlara)
iteceğim...” (4/Nisâ, 119). Zafer, mutluluk, ölümsüzlük bir emânî işi
değildir; bir eylem ve üretim işidir (bk. 4/Nisâ, 123).


Cennete gidiş de din mensuplarının ürettikleri ve kendilerini öne
çıkarmak için kullandıkları emânî sloganlarıyla değil; üretilen
değerlerle olacaktır (bk. 2/Bakara, 111). İnsanoğlunun yolunu vuran,
başına bin türlü belâ açan da ümniyyelerdir. İnsan bu ümniyyelere
aldanır, sapar ve iyi şeyler yapıyorum sana sana batıp gider. Bu batışın
en kahırlısı, insanınn Allah ile aldatılmasıdır. Kur’an bu aldanışın
altını özellikle çiziyor (bk. 3/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14). Bu gerçeği
gösteren âyet, ümniyyelerle ayağına çalı dolandırılan kitlelerin, Allah’ı paravan yapanlarca aldatılıp
perişan edileceğini de mûcize bir biçimde gösteriyor.


Kitap yerine, okuyup üfürme, asılsız gelenek ve kabullerin peşinden
gitme, hurâfelere saplanma gibi olumsuzluklara kucak açanlar şeytanın
vaatlerinden başka hiçbir şeyle ödüllendirilmeyeceklerdir. Böyle bir
sonuçla karşılaşmamak için dini, hurâfelerden temizlemek kaçınılmazdır.
Bunu yapmayanlar, kitabın yerine emânîyi (uydurma ve kuruntuları,
anlamsız üfürükleri, hurâfeleri) geçirerek bunların işletilmesiyle
saltanat sürenlere teslim olur, sahte tanrılara kul-köle haline
gelirler. Bu bilgiler ışığında hurâfeyi şöyle bir tanıma
kavuşturabiliriz: Hurâfe, sünnetullah (Allah’ın tabiattaki değişmez kanunlarına), vahye, ilme, akla ters
düşen ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların,
yaklaşımların, kabullerin, iddiâların, uygulamaların, tavırların ortak
adıdır.


Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği
telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan
kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar, dini
hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli yaygındır. Cehâlet
ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman diliminde de
görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak ifade ettiği bu
taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış, şirk
sebeplerinden biri olarak göstermiştir.


Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her alanında ve
en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve yerleştiği
çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat, hakikatlerin de
hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz. Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist ve
müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini
dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve bâtıl
inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise hak
zannetmektedirler.


Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı
ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir.
Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atın kabul ve uygulanışı,
İslâm itikadına zarar verir.
Kur’an’da da tevhid dâvetine, sadece
Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin temel gerekçe olarak
“atalarının yolu”nu göstermeleri, onların örf-âdet, gelenek ve
göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç ve yaşayış biçimlerini
alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik, körü körüne
taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın karşısında en önemli şeytanî
gerekçe olarak görmekteyiz.


Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
Dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu, hem de din adına iddiâ eden
hurâfeciler hâlâ kaldı mı bilinmez ama, yıldıznâmeye (astroloji ve
fallara) bakanlar ve baktıranlar, kahve içtikten sonra kapatıp fala
bakarak bir şeyler uydurup söyleyenler ve onlara inananlar, baykuşun bir
eve tüneyip ötüşünü, köpeğin uzun uzun ulumasını duyanların mahalle
veya köyden bir kişinin öleceğini yorumlayıp buna inananlar, yılbaşı
gelince noel baba olan, onun heykelini yapan, noeli kutlayan, hindi
kesen, çam deviren ve benzeri hıristiyan taklitçiliğini çekinmeden
işleyenlere hemen her zaman ve her yerde rastlamaktayız.


a- Ölüler ve Kabirlerle/Türbelerle İlgili Hurâfeler
Bu tehlikeli hurâfelerin içinde en yaygınları, türbe ve tekkelerde,
yatır (ölü) ziyaretlerinde, ölü veya diri bazı kişilerin aşırı
yüceltilip kutsallaştırılması, tanrılaştırılması, daha doğrusu
putlaştırılmasında, bazı mubahların haram kabul edilmesinde, Kur’an’da
emredilmediği ve Peygamber döneminde uygulanmadığı halde bazı yeni
ibâdet şekillerinin kabulünde görüyoruz. Dinden olmadığı halde dinin
içine katılan her türlü ilâveler, yama ve sentezler, bâtıl âdet ve sapık
yorumlar, hurâfe ve bid’at kavramıyla ilgili cinâyetlerdir.Daha çok
kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde kümelenen
hurâfelerin başında, türbelere adak adamak, pencere demirlerine ve
yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak, türbe içinde veya çevresinde mum
yakmak gelmektedir. Bunlar üzerinde kısaca duralım:


Türbelere adak: Adak ya da dinî
ifadeyle nezir; Allah rızâsı için, insanın kendi kendini herhangi bir
şarta bağlı olarak veya mutlak şekilde mubah olan bir konuda
borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği müddetçe, adayan borçlu
kalır. Adak, Allah'tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz.
Adayan da şirk koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da
adağın hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse
yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ'nın ezelî takdirini
değiştirebileceğini sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile
getirmiştir: "Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez.
Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur." (Buhârî, Kader 6).
Başka bir hadis-i şerif de şöyledir: "Kim, Allah'a itaati gerektiren bir
hayır ve ibâdet adarsa, adağını yerine getirsin. Kim de Allah'a karşı
günah işlemeyi gerektiren şer bir iş nezrederse, Allah'a âsi olmasın,
adağını yerine getirmesin." (Buhârî, Eymân 28)


Allah'a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından
daha büyük bir vebaldir. Allah'tan başkaları için adanan adaklar da
yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir. O halde "falan
türbeye bir koç adadım" diye söylenip gezenler ne yapmak istediklerini
anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları "adadığımı falan türbe civarında
Allah için keseceğim" demek midir? Yoksa, "o türbede yatana adadım" mı
demek istemektedirler? İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi
kesinlikle lâzımdır. Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak
adanması şirktir/küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin
hemen hepsi böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de
kesseler, kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri
yanıltmamak ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta
önemli olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir
yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere
karıştırmadan kesmelidir.


Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan
bir şeyler beklemek, hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık,
kısırlığına çözüm... için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk
olan hurâfe ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.


Çaput Bağlamak:Mezar taşı, türbe ve
tekke penceresine veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar bağlamak
eski Türk câhiliyesinden devralınan hurâfe ve putperest
özelliklerindendir. Türkler, müslüman olmadan önce sahip oldukları
türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve
mezarlarda mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini, İslâm'ı kabul
etmeleriyle birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da bu hurâfe ve
bâtıl inanışları terkedememişlerdir.


Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb.
yerlere mum yakma âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir.
Arkeologların çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna
kanidirler. Yani "ateşe tapınmak"tan kalma bir âdet olduğu
söylenilmektedir. Eski çağlarda yalnız "aziz" sayılanların değil; başka
ölülerin de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak bir
nevi kurban sayılırdı. "Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti,
Fenikelilerden intikal etmiş bir an'anedir. Fenikeliler Sur şehrinin
koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres'in heykeli önünde devamlı kandil
(mum) yakarlardı." (Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298)


Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar'ın da mezarlarında ve
mezar taşları üzerinde meş'aleler yaktıkları bilinmektedir. Bunlar
Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır. Bu Paganizm
kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din adamları tarafından
kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî âyinlere sokulmuştur.
Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre güya bu âdet, ilk
hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda gizlice ibâdet
ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş'alelerin hâtırası imiş (Hurâfeler
ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43). İslâm'da câmi duvarına, kabir
taşına, mezar taşına, türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış
kesinlikle yoktur. Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik
ve mecûsilerden geçmiştir.


Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla kendini
bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki, bu büyük bir
hatadır ve şirktir. İslâm'a göre insan, ancak Allah'a ilticâ eder ve
O'na sığınır. O'nun dışındaki varlıklardan medet ummak tevhide ters
düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma âdeti, bâtıl
bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında yaygın olan bir yanlış
inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık yakılmasıdır. Güya ölü çıkan
odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün ruhu geldiği zaman karanlıkta
kalmaz, evini ve odasını daha çabuk bulurmuş.


Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı birden
işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak gerekir. Tevhidi
gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke sevkedici bu çirkin
putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan fayda bekleyenler gibi
kendilerini aldatmaktan ve etrafa, özellikle yeni yetişenlere kötü örnek
olmaktan başka hiçbir iş yapmış olmazlar. Bu da vebal olarak onlara
yeter de artar bile.


Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak, murâdına
nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını, bahtının
açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri geldiğinde de
müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını iddiâ ettikleri
İslâm'a, Kur'an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir! "Yalnız Sana
ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz." (1/Fâtiha, 5) âyetini
kıldığı namazın her rek'atında okuyanların, "gazaba uğramış ve
sapıkların yoluna tâbi olmaktan" (1/Fâtiha, 7) Allah'a sığınanların,
verdikleri bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal ne
olabilir?


Merhum Mehmed Âkif'in;
"Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!"
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya, İslâm'ın
sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan izzeti bulmaya
çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun, böylesi hurâfelere
tahammülü yoktur.


Cenâzeye Çelenk Götürmek ve Yeşil Düşmanlığı:
İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de
hayat sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik
eder. Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve
yeşilliğin (her çeşit ot, bitki ve ağaçların) Allah'ı kendi halleriyle
zikredip ibâdet ettiklerini kabul eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun
düşmanı olan hurâfe ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı
bilinmeden başka milletlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen
câhiliyye âdetleri yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.


İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan "hıdırellezde yeşil
çiğnemek gerek" düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla
çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara yeşil çalı
götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde salgın hale
gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir sürü uygulama, bize
yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme girişimleri olarak sosyal
ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar. Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili
hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe artmaktadır. Oysa çok dikkatli
davranılması gerekli hayat olayı, ölüm ve sonrası ile ilgili
muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne bando, ne top arabası, hatta ne
slogan... Sadece acele fakat telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar
ölüme de râzı bir havada, duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için
duâ makamında kılınacak cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim,
ölene karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir
yığın hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız,
huzursuz etmektir.


Bilinmelidir ki, cenâzeyi çelenklerle uğurlamak hıristiyan âdetidir.
Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal kabul ettiği haç taşıma aracıdır.
Haçı çıplak taşımamak için onu çiçeklerle süslemekte ve öylece mezara
kadar götürmekteler. Peki, bir müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne
götürmekte veya göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek
buketleri arasına sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi?
Yapmadığı duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu
zikirden/ibâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden mahrum
etmektir. Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar verilse daha
iyi olmaz mı?


Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve çalı değil;
büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden
yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler, iki kabrin üzerine
hurma fidanı dikerek, "bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler için rahmet
vesilesi olmaları umulur" buyurmuşlardır. O halde ne yapılması
gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah'ı râzı etmek, cenâzeye rahmet
vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne taklit edip hurâfeyi
çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı inançlar
belirleyecektir.


Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan kurban
olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana. Yine,
yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet ummak, onları
şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların ekmeğine yağ
süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal kabul edip beraberinde
götürmek, kabirlerin etrafında tavaf etmek... Bütün bunlar şirk unsuru
olan hurâfelerdir.


b- Günlerle İlgili Hurâfeler
İki Bayram Arası Nikâh Kıyılmaz mı? Anadolunun
birçok yöresinde hâlâ yaşatılmakta olan bir yanlış anlayış da "iki
bayram arasında nikâh kıyılmaz" görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen
bu asılsız sözün, toplumda giderek etkisini kaybetmesine rağmen, tamamen
unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması, hurâfelerin
yaygınlığı açısından düşündürücüdür.


Bilindiği gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muâmele sıfatlarına
sahip, şaka götürmeyen bir icraattır. Dinimizde "ruhbanlık" olmadığı
için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul edilmiştir. Hatta
ibâdet edebilmek için evlenmeme düşüncesine kapılanlar bizzat Peygamber
Efendimiz tarafından uyarılmış, "Benim sünnetimi terkeden Benden
değildir!" diye çok ciddî şekilde tehdit edilmişlerdir. Nikâhın şartları
arasında "iki bayram arasında olmaması" gibi bir kayıt bulmak mümkün
değildir. Dinimizde herhangi bir hüküm koyabilmek için bunun Kitab'dan
veya Sünnet'ten bir delilinin olması gerekmektedir. Bu kaynaklardan
delil bulunmayan bir görüş hakkında söylenecek sözler mesnetsiz,
asılsız, uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük bir değer
taşımaz. Herhangi bir konunun haram/yasak olduğunu tesbit etmek için bu
delillere ihtiyaç vardır. Kafadan atmakla bir helâl haram olmaz.


"İki bayram arası nikâh kıyılmaz" uydurması; delilsiz bir söz olmanın
ötesinde bizzat Hz. Peygamber'in hareketiyle reddedilmiş bir görüştür
de. Çünkü Hz. Peygamber'in Hz. Âişe ile evlenmesi Ramazan ayını tâkip
eden Şevval ayı içinde gerçekleşmiştir. Yani iki bayram arasında meydana
gelmiştir. Hem bir düşünelim: İki bayram arası olmayan gün var mı ki?!
Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman
varsa, Kurban Bayramı ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da
kamerî yıl 354 gün olduğuna göre yaklaşık dokuz ay on gün vardır. Biri 2
ay 10 gün olduğu için "iki bayram arası" kabul edilirken; ötekisi 9 ay
10 gün olduğu için mi "iki bayram arası" kabul edilmez? Tabii bunun
anlaşılır ve mantıklı bir tarafı yoktur.


Fıkıh kitaplarında nikâhın ibâdet niteliği dolayısıyla mescidlerde ve
Cuma günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani "müstahap" olduğu
kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman açısından herhangi bir kayda
rastlamak mümkün değildir. O halde insanımız bu tür asılsız söylentilere
iltifat etmemeli, nikâhın ne zaman kıyıldığına değil; hangi şartlarla
kıyıldığına ve kurulan yeni yuvanın dinî açıdan aranılan şartlara sahip
olup olmadığına dikkat etmelidirler. Çünkü "Allah'ın emri, Hz.
Peygamber'in sünneti" üzere sözleriyle başlatılan evlilik hayatına
başlama için uygulama ve törenlerin ve devamının da Allah'ın emri, Hz.
Peygamber'in sünneti üzere olması gereklidir.


Salı Yola Çıkılmaz, Cuma İş Yapılmaz mı? Özellikle
hanımlar arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, "Salı günü bir
işe başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz" anlayışı; ötekisi ise,
kadınların Cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır. Tabii,
her iki yanlışın/hurâfenin de dinî ve ma'kul bir gerekçesi yoktur.
Bâtılın bâtıl/yanlış olmaktan başka gerekçesi olur mu?


Dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, "şu yapılmaz, bu
yapılır" şeklinde bir ayrım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu
eylemlere göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder. Salı günü ile ilgili
söylentilerin asılsızlığı müslümanlar açısından İstanbul'un 29 Mayıs
1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır. Bu
fetihden fevkalâde üzüntü duyan hıristiyanlar; İstanbul'u kaybettikleri
gün olduğu için Salı gününü kendileri açısından uğursuz saymış, yas günü
ilan etmiş ve bir süre o gün herhangi bir iş yapmamış olabilirler.
Zamanla, onların bu -kendileri açısından- bir ölçüde haklı görülebilecek
kanaat ve uygulamaları, işin farkında ve bilincinde olmayan hurâfeye
düşkün müslüman halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da
müslümanlığa ait bir görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.


Yine, 13 sayısının hıristiyan Batılı halka göre uğursuzluğu da,
fethin 1453 yılında gerçekleşmesi dolayısıyla olduğu şeklinde izah
edilir. 1453 sayısının rakamları tek tek toplandığı zaman 13 sayısı
çıkar; tabii bundan da önemlisi Batılılar açısından da rahmet olduğu
halde, kendi sapık yollarının yanlışlığının isbat edildiği dönemin
başlangıcı olan Peygamberimiz'in doğum yılı milâdî 571 yılının rakamları
da toplandığı zaman 13 sayısı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeplerle 13
sayısı hıristiyan Batılı halklar tarafından eskiden beri uğursuz
sayılmıştır. Peki, müslümanlara ne oluyor da bu tür gün ve tarihleri
uğursuz sayıyorlar?


Cuma günü kadınların iş yapmamasına gelince, bu da anlaşılması güç
bir tutum ve bâtıl inanıştır. Zira Cuma günü, iç ezan dediğimiz câmi
içinde okunan ezandan, Cuma namazının farzını kılıncaya kadar geçecek
süre içinde işi, alış verişi terketmek bir vecîbedir, Kur'an emridir
(62/Cum'a, 9). Ama tabii, Cuma namazıyla mükellef olan müslüman erkekler
için. Kadınların Cuma namazı kılmak gibi bir mükellefiyetleri
olmadığından işi bırakmak zorunlulukları da yoktur. Zaten erkekler de
Cuma namazının farzı bittikten sonra işlerinin başına ve ticarete
dönebileceklerdir. Konu ile ilgili âyetlerin mealini görelim: "Ey iman
edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmaya
koşun ve alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için
daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın
lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa
erersiniz." (62/Cum'a, 9-10). Evet, tekrar belirtelim ki, bu âyetlerin
muhâtabı, genelde mükelleflik çağında bulunan, özelde Cuma namazının edâ
şartlarına sahip olan müslüman erkeklerdir, kadınlar değil. Öte yandan,
Cuma günü kadınların iş yapmayı doğru bulmamaları, Cuma gününün hafta
tatili olduğu günlerden kalma mânâ ve mâhiyet değiştirmiş bir uzantısı
gibi değerlendirilebilir. Şöyle ki:


Kur'an o günü tatil günü kabul etmemesine, namaz saati dışında iş
günü olduğunu ilan etmesine rağmen, müslümanlar ibâdetlerini daha rahat
icrâ etsin diye, uygulama olarak Cuma günü Osmanlılarda ve günümüzdeki
çokça müslümanların yaşadığı hemen her yerde tatil kabul edilmiştir. O
yüzden evin erkeği genellikle evdedir. Cuma namazına gidecektir. Onu
rahatsız etmemek ve özel hizmetlerinde bulunmak için genel temizlik ve
çamaşır gibi işlerin yapılması belki uygun bulunmamıştır. Bu yüzden
böyle bir gelenek yerleşmiş olmalıdır. Hafta tatilinin
değiştirilmesinden sonra bu anlayış ve uygulamanın, Cuma gününün, gün
olarak kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece de
bugünkü yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir. Ve bu anlayışın,
yahûdilerin Cumartesi günü iş yapma yasağının müslümanların mübârek
kabul ettiği Cuma gününe aktarılması gibi bir yahûdi taklitçiliğinden
kaynaklandığı da düşünülebilir.


Kaynağı ne olursa olsun, Salı ve Cuma günleri hakkında hanımlar
arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir ölçüyü ifade
etmediği, hurâfe ve bâtıl inanış olduğu ortadadır.


c- Gaybdan Haber Vermeye Bağlı Hurâfeler
Gaybı Bilmek Mümkün mü? Yüce
Yaratıcı'nın biz insanlara verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme
vâsıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin
tümüne "şehâdet âlemi" denir. İnsanın, bu kendine ait vâsıtalarla
hakkında bilgi edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem, yarın başına neyin
geleceği, kıyâmetin ne zaman kopacağı gibi konuların hepsine de insan
açısından “gayb âlemi” denir.


Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu âlem
hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek;
gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar,
müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde de
bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar tarafından
kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların toplumda
yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan birtakım
üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve böylece menfaat sağlamasına
yol açan "gaybı bildiği ve haber verdiği" yalanına ve çeşitli
şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin dinimiz açısından nasıl ele
alındığını açıklayalım:


İslâm'a göre gayb'ı sadece Allah bilir. "De ki: Göklerde ve yerde
gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur." (27/Neml, 65). Allah Teâlâ'nın
emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği
peygamberler bile gaybı bilemezler. Kur'ân-ı Kerim'de Peygamber
Efendimize hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: "De
ki: 'Size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem;
size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum."
(6/En'âm, 50) "De ki: 'Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi
bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı
bilseydim, elbette daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük
dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve
müjdeciyim." (7/A'râf, 188)


"O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak
(bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun
önünden ve ardından gözcüler salar." (72/Cin, 26-27). Bu âyetlerde de
Allah Teâlâ'nın ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye
muttalî kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah'tan bir bildirme olmadığ
sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir. Allah
da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz. Muhammed
(s.a.s.)'den sonra da peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan
haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer yalancı oldukları
anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder ki, hakikat,
yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu zavallıların hevâ ve
heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî takdir değişmez. "Eğer
gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer ve onlarda bulunanlar
bozulup giderdi." (23/Mü'minûn, 71)


Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye kalkışan
kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır: "Gayb
habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini doğrulayan
kişi, Muhammed'e gönderileni (Kur'an'ı) inkâr etmiş olur." (Tirmizî,
Tahâre 122)


Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve
falcılık; gaybdan haber verme, gelecek hakkında önceden fikir beyan etme
temeline dayanmaktadır. Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali
öğrenme teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına
rastlanmaktadır. Câhiliyye Araplarında "ezlâm" denen fal okları,
remiller, günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya
bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır.
Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern insanın
günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında,
gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları, faldaki
yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.


Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan İslâm,
bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. "Ey iman edenler! Şarap,
kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." (6/En'âm, 90).
Bu âyet, fal oklarının şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap
içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını,
kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir şekilde
bildirmektedir. Bir başka âyette de: "... Ve fal oklarıyla kısmet
aramanız size haram kılındı." (6/Mâide, 3) buyurulmuştur. Öte yandan
"... Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini)
bilemez. Yine hiçbir kimse nerede öleceğini de bilemez." (31/Lokman, 34)
buyurulmakta, gelecekten haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan
falcılığın İslâm'da yeri olmadığı belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz
de falcılıktan elde edilecek kazançtan mü'minleri nehyetmiştir (Buhârî,
Büyû' 25, 113; Müslim, Müsâkât 40).


O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan kazanç
temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir. Özellikle
hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri, böyle boş ve haram
şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir. Falcılar bir şey
biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden korusunlar. Unutmayalım ki,
aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır. Bir sürü yalan ve tahmin
içinde birkaç tanesinin mevcut duruma, ya da ileride olacaklara uygun
düşmesi, falcıların gaybı bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp
İslâm'ın temiz inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters
düşmeye değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve
âhiretin büyük zararına uğramış demektir.


Ruh Çağırma: Son zamanlarda özellikle
sosyete arasında yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik
diyebileceğimiz bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma
seanslarında, eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa, madde ötesi bir
varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh
olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ciddi
şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.


Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar. Orada
dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı noksanları
telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş, hesaplaşma için
bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir hayatını tarif ederken,
onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin bu iki durumda bulunacağını
belirtimiştir: "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem
çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî, Kıyâme 26). Şimdi düşünmek
gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile,
dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine
cehennem azabı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin
dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?


Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadiklerle haşir-neşir
oldukları, ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan ruh
çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters
düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz ve
tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya dönüp
dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve şansları
olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan çok daha
önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden bir kısım ruhların ne
yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız: "Onlar (günahkârlar)
orada, 'Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden başkasını (daha
iyisini) yapalım' diye bağrışırlar." Bu arzuya verilen cevap da âyette
açıklanmakta, şöyle denilmektedir: "Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği
kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise
tadın (o azabı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." (35/Fâtır, 37).
Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde
bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir:
"Onlardan birine ölüm gelince; 'Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp
(noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim' der. Hayır; bu kendi
sözüdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten
onları alıkoyan bir engel vardır." (23/Mü'minûn, 99-100). Medyumlara
cevap verdiği söylenen ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü
açıklar mı dersiniz? İlâhî sınırları, Allah'ın beyanını, beşerî sınırlar
ve insanın sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle
olabileceğini düşünebilirler ve tabii aldanırlar.


Denilebilir ki; "iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta içecek
sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne? Verdikleri
birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne diyeceğiz?" Ruh
çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi varlıkların, gerçekten
çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir. Huddamcılık/cincilik/cin
çağırma faâliyetleri ve bu esnâda edinilen bilgiler ve bunların açıkça
cinler yoluyla elde edildiği eskiden beri bilinen ve hâlen de devam eden
bir uygulamadır. Sosyete çevrelerinin buna "ruh çağırma" ismini
takması, hiçbir şeyi değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.


Cinlerin varlığı Kur'an'la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler
(34/Sebe', 14). Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı
bilgilere sahip olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında
kendisiyle görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım
bilgileri bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun
ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların bir
kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin doğru
olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin uzun,
niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun mesafeleri
dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri bulunmaktadır.
Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı şeyler söylemeleri gaybı
bildiklerini göstermez; onların bilgileri de çoğu kez noksan ve kasıtlı
olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları yanıltmaya yöneliktir.
Müslümanlar maddeye olduğu kadar melek, şeytan, cin gibi madde üstü
varlıklara da inanırlar. Ancak bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan
bilgilere uygun olması gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı
vehimler, zanlar karıştırılmasına müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve
vehim hiçbir zaman ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak
zorundadır. O halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların
peşinde imanı süründürmenin anlamı yoktur.


Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak
ve gelecek konusunda bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz
tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa taş
yapıtırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde
uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi bir
taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.


Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki zat
aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin
öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan
dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/duvarda bir
kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı görülür. Tabii bütün
bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek putlara tapınma
sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm'ın en ciddi mücâdele
hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının, çağdaş
müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması ne kadar ters bir durumdur.
Hz. Peygamber'in vefâtından sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerele en
amansız mücâdeleyi/savaşı Hz. Ebu Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş
irtidat olaylarına İslâm mütefekkirleri "Ebu Bekir'i olmayan irtidat"
demektedirler. Hz. Ömer de bid'at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek
büyük bir hassâsiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl
inanışlara da "Ömer'i olmayan hurâfeler" denilebilir.


Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin kabul
edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve Müslim gibi
sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir hadiste gördüğümüz
Hz. Ömer'in şu tavrını hatırlatmakta büyük fayda olabilir: Hz. Ömer, bir
haccında Haceru'l-Esved'e yaklaşıp öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu
sözleri söylemiştir: "Çok iyi biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan
sade bir taş parçasısın! Eğer Rasûlullah'ın seni öptüğünü görmeseydim
asla seni öpmezdim!"

Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da bu
şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine inanmak gibi
bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen veya
yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin
öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir. "Allah bize
kâfidir ve O, ne güzel vekîldir." (3/Âl-i İmrân, 173)

Kavram Tefsiri
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Hurafeler 2duy3hj

Hurafeler Empty
MesajKonu: Geri: Hurafeler   Hurafeler EmptyPtsi Tem. 12, 2010 1:05 pm

Uğursuzluk Var mıdır? Hurâfe ve
bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan kaçışların cirit attığı
tevhid bilincinden mahrum bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, bir çok
şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği
gayet doğaldır. İçinde yaşadığımız toplulumda ne uğursuzluk vehimleri
yok ki?! Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş
ötmesi, 13 rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği gibi
nice anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşyalar... Kuş
uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın veya
sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine göre yorumlara girmek ve
daha neler neler...


Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters yanlış ve
uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması, toplumun
çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak yer Kur'an ve
Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Uğursuzluk diye bir şey yoktur!" (Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim,
Selâm 102). Kadın, ev ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir
rivâyeti Hz. Âişe vâlidemiz; "Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk
olduğuna inanırlardı" demektir, diye katılmadığını kesin bir şekilde
ortaya koymuştur. "Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri
dönülmemesi gerektiği" Taberânî'nin rivâyet ettiği bir hadiste yer
almaktadır. Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz "uğurlu geldi",
"uğursuz geldi", "aramızda uğursuz biri var" gibi sözler ve hükümler
birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında uğurlu veya uğursuz
olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan uğursuz değildir. Uğursuzluk
varsa, bu, kişilerin yorumunda ve anlayışında aranmalıdır.


Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm'a başka inanç
sistemlerinden girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa
dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından "yoktur!" diye beyan buyrulan
uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını
karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini yitirmemeleri, zihnî
ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler ve bâtıl
inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.


d- Bazı Yanlış Kabuller
Dünya Kâfirin, Âhiret Mü'minin mi? Dünya Mü'mine Zindan mıdır?
Bazı saf ya da câhil müslümanlarca, tembelliğe mâzeret olarak ileri
sürülen "dünya kâfirin, âhiret mü'minin" veya "dünya Mü'minin
zindanıdır"yargısı; islâm ve müslümanlar aleylinde konuşulmasına vesile
olan bir yanlış yorumdur. Neden yanlıştır? Açıklayalım:


Evet, "Dünya mü'minin zindanı, kâfirin cennetidir." (Müslim, Zühd 1;
Tirmizî, Zühd 16) şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu hadis-i şerif
birkaç çeşit yoruma tâbi tutulabilir. Kur'an ışığında ve hadislerin
bütünlüğü içerisinde ve en aklî açıklaması şöyledir: Bu hadis, iman ve
küfrün öteki dünyada sebep olacağı neticeye göre dünya hayatının
değerlendirmesini yapmaktadır. Yani, "âhiretteki durumlarına göre dünya,
mü'minin zindanı, kâfirin cenneti yerindedir" anlamını ifade
etmektedir. Nitekim mü'minin ve kâfirin âhiretteki durumunu belirten
âyetlerden de aynı mânâ anlaşılmaktadır: "Kitap ehlinden ve müşriklerden
inkâr edenler, şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem
ateşindedirler. İşte bunlar yaratıkların en kötüsüdürler. Fakat iman
edip sâlih amel işleyenler, işte onlar da yaratıkların en
hayırlısıdırlar. Onların Rableri katında mükâfatı, içinde temelli ve
sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah
onlardan râzı; onlar da Allah'tan râzıdır. Bu, Rabbından korkan
kimseyedir..." (98/Beyyine,6-8)


Mü'mine vaad olunan cennetin ve kâfirin varacağı yer olan cehennemin
vasıflarını anlatan öteki Kur'an âyetleri; gerçekten âhiretteki duruma
göre dünyanın, mü'min için nasıl bir zindan hayatı niteliği taşıdığını;
yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet hayatı görünümünde olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır.


Konuyu şu tarihî hikâye, güzel bir şekilde açıklamaktadır:
Kadı'lardan biri Bağdat'ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli
bir biçimde atıyla külhan sokağından geçer. Külhancı yahûdi, üstü başı
simsiyah, cehennemî bir görünümle kadı'nın önüne çıkar, atının gemine
yapışır ve: "Allah, kadı'ya kuvvet versin. Peygamberinizin, 'dünya
mü'mine zindan, kâfire cennettir' sözünün mânâsı nedir? Görüyorsunu ya,
dünya -mü'min ve Muhammedî olduğun halde- sana cennet; -kâfir yahûdi
olduğum halde- bana zindandır. Hadisin mânâsı, tam tersiyle ortada?!"
der. Kadı şöyle cevap verir: "Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve
heybetine rağmen dünya; Allah'ın cennette hazırladıklarına nisbetle
benim için zindandır. Cehennemde seni bekleyen azaba nisbetle dünya (bu
haliyle de olsa) senin için cennettir." (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l
Beyân Tefsiri, III/23)


İşte din bütünlüğünden farklı ve yanlış yorumlanarak bu hadis gerekçe
gösterilerek "dünya kâfirin, âhiret mü'minin" yargısıyla müslümanları
dünyayı terke ve tembelliğe zorlamak, önce hadisin gerçek mânâsına,
sonra da İslâm'ın özüne aykırı bir tutum olur. Unutulmamalıdır ki, temiz
ve hoş rızıklar, dünya hayatında da öncelikle müslümanlar içindir: "De
ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel
rızıkları kim haram kılabilir?' De ki: 'Onlar, dünya hayatında
(inanmayanlarla birlikte) mü'minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız
iman edenlerindir.' İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle
açıklarız." (7/A'râf, 32) "Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında
da onlarındır. Allah'ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük
kurtuluş ve mutluluk budur." (10/Yûnus, 64)

Bu konudaki sözümüzü Mehmed Âkif'ten mısrâlarla bağlayalım:
"Bizim muhîti, bizim halkı seyredince naza;
Görür ki; beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.
.............
Ne hükmü var ki, esâsen yalancı dünyânın?
Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ'nın.
Fenâ kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;
'Kabul ederse cehennem, ne mutlu, amca, sana!'
.............
Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.
.............
Bekãyı hak tanıyan sa'yi bir vazîfe bilir;
Çalış, çalış ki bekã, sa'y olursa hak edilir."

Dünya Öküzün Boynuzunda mı?
Halk arasında dolaşmakta olan "dünya sarı öküzün boynuzları üzerinde
durmaktadır" sözü, özellikle deprem olduğu yer ve zamanlarda "sarı öküz
yine kafasını salladı" gibi yarı şaka yarı ciddî söylenen sözler, kaba
bir cehâletin akıl almaz delilleridir. Hatta "dünyanın öküz ile balığın
üzerinde olduğuna dair hadisin mevcûdiyetinden bahsedilmesi işi iyice
ciddîleştirmektedir. Gerçek durum şudur:


Dünyanın öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir hadis
kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır. İbn Hacer’in
el-Metâlibu’l-Âliye’sinde (c. 3, s. 265-266) yeryüzünün yaratılışıyla
ilgili babta İsrâilî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Kâ’bu’l-Ahbar’
ın -Hz. Peygamber’e izâfe
etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki kurduğu görülmektedir. Öte
yandan el-Heysemî’nin Mecmûu’z-Zevâid’inde (c. 7, s. 131) İbn Ömer’den
naklen Hz. Peygamber’in dünyanın yeri ile ilgili bir dizi soruya “Arz su
üzerindedir”, “Su, kaya üzerindedir”, “Kaya, iki tarafından arz’a temas
eden bir balığın üzerindedir” şeklinde cevapladığı belirtilmektedir.
Ancak el-Heysemî, bu zıyıf hadisi rivâyet edenler arasında bulunan
Abdullah bin Ahmed’in “zayıf bir râvi olduğu”nu belirterek, bu haberin
doğruluğu konusundaki endişesini duyurur. Zaten adı geçen kitap, birçok
zayıf, hatta uydurma hadisin de bulunduğu, bu rivâyetlerin yer yer
kritiklerinin yapıldığı bir eserdir; sahih hadis kitabı da sayılmaz.
El-Albânî ise, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde ve İbn Mende’nin et-Tevhid’inde
de gördüğü bu rivâyetin kesinlikle “uydurma” olduğunu ve böylesi İsrâil
kıssalarının Rasûlullah’ı
n
sözü imiş gibi nakledilmesinin vebâline işaret etmektedir
(Silsiletu’l-Ahâdîsi’z-Zaîfe, 294 nolu hadis).


Abdüllatif Harputî, meşhur eseri Tenkîhu’l-Kelâm fî Akaid-i
Ehl-i’l-İslâm’da bu öküz-balık uydurma ve hurâfesinin ehl-i kitaba âit
olduğunu hatta bunun yahûdilik ve hıristiyanlık için bile bir leke
olduğunu belirtmektedir. Bazı dikkatsiz veya hurâfelere düşkün
müslümanların yazdığı eserlerde görülen öküz ve balığa dair acâyip ve
akıl almaz hikâyeler ya İsrâiliyattandır veya (“bugün dünya kadınların
üstünde duruyor”; “dünya, futbol topunun veya paranın üstünde
durmaktadır” sözleri gibi) temsil/benzetme çeşidindendir ya da bazı
rivâyetçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak bazı dikkatsizler bunları hadis
zannederek Peygamber’e isnad etmişlerdir (Lem’alar, s. 86).


Müslüman olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde
halk arasında dolaşan bu dünyanın öküz veya balık üzerinde olduğu
şeklindeki asılsız söz ve görüşler İslâm ile uzaktan yakından ilgili
değildir. Müslümanların böyle boş laflara itibar etmemeleri
gerekmektedir. Ve tabii hiç kimse de bu sözleri ileri sürerek İslâm
düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir
düşmanlıktan, zulmetmekten başka bir şey yapmış olmaz. Böyle kişilere
Âkif gibi “Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?” diye sorma hakkı
doğar... Şu âyet hakkında düşünelim: “Sen dağlara baksan, hareketsiz
olduklarını sanırsın. Halbuki onlar bulut gibi kayar giderler. İşte sana
her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan Allah’
ın sanatı! Şüphesiz O, yaptıklarınızdan
tamamen haberdardır.” (27/Neml, 88)


Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü?
Bazı câhillerin "bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır.
Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız
yok" gibi sözleri, ya da "biz şeriatı aştık, hakikata ulaştık; artık
mükellefiyet/sorumluluk kalmadı" yollu hezeyanları, saçmalıkları orada
burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa-
görülmektedir. Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada,
Allah'ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak
ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her akl-ı selim
sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet nedir? diyenlere,
açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak
demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış
olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin
yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar da vardır. Meselâ;
orucun farz olması için; Ramazan'a erişmiş ve mukîm olmak, oruç
tutamayacak kadar hasta olmama gibi.


Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek
için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk olmak veya deli
olmak, yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında, hiçbir sebeple, hiçbir
görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta zirveye çıkıp
zırvalamakla tekliften, yani Allah'a kulluk görevinden, sorumluluktan
kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün değildir. Bir kere, düşünmek
gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak
olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı.
Halbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de
sorumlu olmuşlardır. "Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine
peygamber gönderdiklerimize de soracağız." (7/A'râf, 6). Hatta onların
sorumlulukları ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar
sadece onlardan istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber'e
emredilip ona vâcip olması gibi (17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2). "Onların
işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size!" (2/Bakara,
134, 141) "O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek, imtihan
etmek için ölümü ve hayatı yarattı..." (67/Mülk, 2). Sonra, yalancı
peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi
mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun
kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şâhit değildir. Hz.
Peygamber'e hitâben "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbına ibâdet et."
(15/Hıcr, 99) âyeti İslâm'da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat
üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.


Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu
ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe
yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı hitap ettiği bir
konuşmasında en son kızı Fâtıma'ya hitabettikten sonra, "Benden bana âit
şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah'ın azâbına karşı bana güvenmeyin.
Allah'ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun." buyurmuştur. Yine dinin
hükümlerinin uygulanması konusunda hiçbir kimseye ayrıcalık
olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir dalâlet/sapıklık olduğunu şu
hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır: “Ey insanlar, sizden öncekilerin
sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün mevkiden biri hırsızlık
yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest bırakıyorlar, ama güçsüz
(arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen hadd tatbik ediyorlardı.
Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa,
Muhammed, onun elini de keser.” (Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7)


Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük bir
sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk imtihan
dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk iddiâ etmek,
"namazımız kılınmış", "biz şeriatı aştık, o kabuktur, avam içindir, biz
hakikat(!) ehliyiz" demek, dünya şartlarında insan ve müslüman olarak
mümkün değildir. Bu iddiâ, "lâ yüs'el ammâ yef'al -yaptığından sorumlu
tutulmayan-" Allah'a ortaklık iddiâ etmek gibi bir hezeyandır,
saçmalıktır. Asıl amacı da haram-helâl sınırını yıkarak her şeyin
mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır. Hem dâll, hem mudıll -hem
sapık, hem saptırıcı- olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek,
cezâlandırmak elimizden gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa
bırakmak, ama hiç olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp
uyarmak ve bu sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük
iyilik olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve
kendilerine gelir de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. "Rabbım, her köle
âzâd edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün
sevineceğim."


Kul, Kusursuz Olur mu?
“Kusursuz kul olmaz”, “beşer şaşar”, “düşmez-şaşmaz bir Allah” gibi
cümlelerin, günlük konuşmalarımız arasında bolca yer almasına ve
gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı câhillerin, saygı duydukları
kişileri “kusursuz” ilan ettiklerine -seyrek de olsa- rastlanmaktadır.
Kusursuz kul anlayışı, Kur’an prensiplerine, tevhid anlayışına ters
düşmektedir. Peygamberlerden bile “zelle” denen küçük hataların sudûr
ettiği gerçeği -ki Kur’an, bunu Hz. Muhammed (s.a.s.) dâhil hemen bütün
peygamberler için ısrarla vurgular- yanında, “şeyh efendi”nin veya “üstad”
ın hatasızlığını iddiâ etmek, her şeyi ters
yüz etmek, “hatayı sevap görmek” gibi bir sapıklığı sergilemek ve insanı
aşırı yüceltip tanrılaştırmak demektir.


Herkesi gerçek mevkiinde ve doğal özellikleri ile değerlendirebilmek
ya da buna rızâ gösterebilmek bir olgunluktur. Bu olgunluk, övgü ve
yergi duygularındaki îtidâle, adâlet, denge ve ölçüye bağlıdır.
Sevdiğini ölçüsüz/sınırsız seven, yerdiğini kararsız yeren tipler,
haddini bilmeyen, aşırılıktan yana ve her an gaf yapmaya hazır
kişilerdir. Kiminin yanlış zannettiği gibi, eğer varsa(?) kişideki
keşifler ve kerâmetler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir. Mûcize
sahipleri bile insanî/beşerî özellikleri sebebiyle yanılgıya düşerlerse,
kerâmet asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez. Kaldı ki,
kerâmet hikâyelerinin, özellikle günümüz fesat ortamında tamamına yakını
yalandan ibarettir. Halkın güzel ifadesiyle “şeyh uçmaz, onu müridleri uçurur.” “Kerâmeti zâhir” kabul
edilen tüm kişilerin, kerâmetinden önce “hatâsı zâhir”dir. Bunun böyle
olması da, pek tabii, çok normaldir. Çünkü ne kadar sâlih olursa olsun,
bir kişi kusursuz olamaz. “Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah
işleyicidir. Ancak, günahkârların en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan
affını isteyendir.” (İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, III/198) İnsan
kusurunu kabul edip affettirmesini bildiği ölçüde saygıdeğerdir,
kıymetlidir. Zaten hüner, hiç kusur işlememekte de değildir. İşlenen
hatayı affettirebilmektir hüner. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)
bir hadis-i şeriflerinde: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki,
siz hiç günah işlememiş olsanız, Allah sizi giderir, yok eder de, günah
işleyip tevbe eden bir kavim getirir/yaratır. Onlar Allah’a istiğfâr
ederler, Allah’tan af dilerler. O da kendilerini affederdi.” (Müslim,
Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526) buyurarak, hataya müsâmaha
etmemenin, onu affettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî irâdeye
daha uygun düştüğünü belirtmiş, kusursuzluğu değil; hatadan hemen
dönmeyi, yani tevbeyi teşvik etmiştir.


Öte yandan, kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle, -varsa-
eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata daha
eklenmektedir. Ve tabii bu hatasız(!) görüşleri ve eserleri tenkit etmek
mesele olmakta, böyle bir saygısızlık, cür’et ve cürmü(!) işleyenler,
dinlerinden, imanlarından bile uzaklaştırılmakta, en azından sapık ilan
edilmekte, olmadık hakaret ve karalamalara muhâtap kılınmaktadırlar.
İlmî tenkit faâliyeti ve dolayısıyla ilmin gelişmesi de böylece körü
körüne kösteklenmektedir. Unutulmamalıdır ki, kusursuz kitap, sadece
Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü Allah kelâmıdır. O, Allah’
ın hıfzı ve korumasındadır.
Onun dışında her kitapta az-çok kusur, eksik, hata bulunmaması mümkün
değildir. Dolayısıyla bazı câhillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini
kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddiâ sahiplerinin en büyük
kusurlarından biri olmaktadır. Buna göz yuman “kusursuzluğu ilan edilen
kişi”nin, eğer hayatta ise bütün bu anlayışları düzeltmemesi,
kusursuzluk isnâdından memnun olması, affedilemeyecek hatalardan
biridir.


Kullara yaptıklarını güzel göstermek, şeytanın bir taktiğidir. Kimse
hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye
kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça şeytanın
tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir. Halk
deyimiyle “dost için post olmak”tır. “Her günahın içki gibi sarhoşluğu
olsaydı; sen o zaman görürdün, ayık kalan kimsenin olmadığını!”


Nazarlık Takmak Doğru mu?
“Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik olmayan ve
âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren mânevî rahatsızlıkların
varlığını bilmeyen veya duymayan yoktur. “Nazar değdi, nazara geldi,
nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir.
Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve “insan gözünden çıkan
şuaların/manyetik ışınların, dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla
bakış esnâsında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı
organizmanın atomlarının çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde
açıklamaktadır.


Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi gerçektir
(vâkidir).” (Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud,
Tıb 15; Tirmizî, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70).
Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her kötü gözden” Allah’a sığınmayı,
Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak ümmetine ta’lim etmiştir (Buhârî, Enbiyâ
10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36). "Nazardan Allah'a sığının;
çünkü nazar haktır." (İbn Mâce, hadis no: 3508) Hz. Âişe vâlidemiz de
Hz .Peygamber’in göz değmesine karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir
(Buhârî, Tıb 35).


Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin Hz.
Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler alındığı
örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs, Felak ve Nâs
sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler
arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52. âyetlerinin okunması
tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi (Hak Dini Kur’an Dili, c.
9, s. 6394-6399) bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin
okumasıdır. İnsan, hoşuna gidten bir şeye bakarken nazarı değmemesi için
"Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh" demelidir. Bu, Peygamber
Efendimiz'in okuduğu bir duâdır.


Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş gibi,
halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden
ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi boncuklar,
nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs. takmak; evlerin,
binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at kafası, çeşitli
muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü yapmak, ceplere sarımsak
koymak, arabalara ve dükkânlara göz resimleri yapıştırmak, acâyip
heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın
zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından en küçük bir faydası
düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi
noktasından büyük sakıncaları vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle
kullanmak kesinlikle haramdır; bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa
veren, zararı def eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul
edildiğinden bunları nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul
etmişlerdir. Bir tür koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan
koruduğu yanlış kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan
nazarlıkların, nazar boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz
kesin bir şekilde yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde
taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını
emretmiştir (Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39). Yine Rasûlullah
(s.a.s.)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: Efsun yapmak, nazar
boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek için sihir
yapmak şirktir." (Fethu'l-Kebir, c. 1, s. 304)


Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu
zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine
sunduğu Rabbına sığınmaktır. Şifâyı verecek olanın ilaç, doktor, okuma,
üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu hiç unutmamaktır. Allah şifâ
vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve
meşrû yollarla hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız
ve yalnız Allah’tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî
hastalıkların tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen
duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede
alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp bâtıla dalma,
denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım, her şeytan
(tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü gözden
Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.”


Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden
kurtulmak için uygulanan yöntemlerden biri de, kurşun veya mum
döktürülmek, nefesi keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de
"tuz çatılmak", "un yakılmak", "üzerlik otu yakılarak dumanı ile
tütsülenilmek" çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama,
kurşun veya mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet
eden hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur.
Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su
bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten sonra
oradakiler hep beraber: "Kem göz çatlasın, Nazar eden patlasın" diye
bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak nazarlık otu, üzerlik otu
yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir. Bu esnâda çabuk çabuk şöyle
söylenir: "Üzerliksin havâsın / Her dertlere devâsın / Ak göz, kara göz /
Mavi göz, elâ göz / Hangisi nazar etmişse / Onların nazarını boz." Şu
tekerleme de söylenilmektedir: "Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik
çatlasın / Nazar eden patlasın!"

Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu, insanımızın
ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını, kafalarını ve
gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.


Muska ve Muskacılık
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve
tılsımların menşei, putperestliğin en ilkel şekli olan "fetiş"tir. Bu
inançta olanlar, bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna
inanırlar. Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır.
Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal
tırnağı olduğu gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları
vb. olabilir.

Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan
korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri "uğur getiriyor"
inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır. İslâm'ın
fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta direnen nice
insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla Kur'an'ın
"onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır" ifadesini her an farkında
olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite gençliği ve sosyete
semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde gittikçe bu tür "uğur taşları"
vb. yaygınlaşmakta, İslâm'dan uzaklaşan insan ne kadar komik ve
aşağılık olmaktadır!


Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî
formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin
yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır'da bulunduğu
belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak
için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları
kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler de, putperest
kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın olarak kullanılan fetiş ve
tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski Ahid'de (Tevrat'ta)
rivâyetler vardır (Meselâ, bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s.
35). Hırisitiyanlıkta da muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı.
Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama
pek başarılı olamamışlardır. Milâdî 366 yılında toplanan "Laodice" dinî
kurultayı, muska ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân
etmiştir. Fakat hıristiyan bunları taşımaktan bir türlü
vazgeçirememişlerdir. 8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara
karşı şiddetle karşı koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden
şaşmadı. Sonuçta hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye
mecbur kaldılar. Muskaların yerine "haç" hıristiyanlık sembolü olan
balık resmi, "Agnus Dei" (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı
tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar. (11)


İslâm'ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım
kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Maniheist
Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan'da yapılan arkeolojik
araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında "tılsım-muskalar",
çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs. eşya bulunmuştur.
Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır.
Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W. K. Müller tarafından
neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla
gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ edenlerin de kullandıkları
muskalardaki tılsımların bir benzeri olan bu şekillerin ifade ettikleri
anlamlar olarak, bunlardan biri için, bir kadın bu muskayı vücudunda
taşısa, kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı
doğmuş olan (şimdiki burçların bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı
saklarsa çok mutlu olur; üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları
çok ölüyorsa, bu tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir.


Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç
sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır
müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları
kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı
kuvvetlendirmek için Kur'ân-ı Kerim'den âyetler,Esmâü'l-Hüsnâ ve bazı
duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili kitaplarda yazılan
muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve
duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır.
Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan
korunacağını da telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü'l-Hüsnâ, âyet-i
kerime ve duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı
kandırmak için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler,
mü'minlerin inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek
zırvalardır. İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.


Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır. Efsun ve tılsım
kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü
esrârengiz kudrete sahiptir. Harfler; "ebced, hevvez..."deki sıraya göre
adet ifade ederler. Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat edilmiştirki,
"ebced, hevvez..." aslında hece harflerinin sırasını göstermek ve sırf
harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız sözlerden
(mühmelât) ibârettir. Herşeyde esrâr arayan uydurma meraklıları bu
"ebced"deki mühmelât hakkında birçok hurâfe icad etmekte
zorlanmamışlardır. Aslında bu "ebced..." Aramî alfabesindeki harflerin
sırasını gösteren mânâsız sözlerdir. Bu alfabe sırası Aramîlerden
Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına geçmiştir. Aynı
kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve latin alfabelerinde de bu
sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir. Araplar, birbirine şekil
bakımından benzeyen harfleri yanyana koymak maksadıyla bu "a, b, c..."
sırasını bozmuşlarsa da, eski sırayı "abced hevvez" altı mühmelâtından
muhâfaza etmişlerdir. Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu "ebced"deki
sıraya riâyet etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel
söz uydurup ilâve etmişlerdir. Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz
harflerin büyük bir kısmı, Esmâü'l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da, bu
harflerin "ebced" hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir.
Bazı tılsımlarda ise bu "ebced" hesabı tutmuyor.


Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin
(hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine inancın en
eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır. Zira
yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden kavimlerin deri,
tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri çizgilerle konuşup gâipten
haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde tabiatüstü esrarlı kudret
bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanç ve korkunun câhil halk arasında
bugün bile tesirini sürdürdüğünü görüyoruz. Bazı okuma-yazma bilmeyen
câhil kimseler, herhangi bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak
istediğiniz zaman, "aman çarpılırsın!" diyerek size muskalarını vermek
veya açtırmak istemezler. Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle
anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız ki
anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız. Bunların hiçbirisinin
İslâm'la ilişkisi yoktur. Tümü uydurma ve hayali adlardır, hurâfedir.
Bunların yahûdilerin Kabbalah denilen mistik ve skolastik
felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir. Bu felsefeye göre yahûdi
alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve sihrî
mâhiyetleri vardır. Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi din kitaplarında
zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak şartıyla, her türlü
hârikalar yaratmak mümkündür. Bu kabbalah mârifetleri nesilden nesle
gözli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi. 13. y.y. dan sonra kitap
halinde yazılmaya başlandı. İspanya yahûdilerinden de müslümanlara
geçti.


Muskacıların Dayanağı:Her şeye bir
dayanak, bir gerekçe arayan insanoğlu, kendi görüşünü kuvvetlendirmek
için bazen kutsal değerleri bile istismar edebilmiştir. Nitekim
muskacılardan bazıları İsrâ sûresindeki Kur'an'ın şifâ olduğunu belirten
âyeti, muska yazmaya delil olarak göstermişlerdir. Oysa zikredilen
âyette muska yazma için hiçbir işaret yoktur. Bu âyette Allah şöyle
buyurmuştur: "Biz Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifâ olan şeyler
indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece husrânını/kaybını arttırır."
(17/İsrâ, 82). Kur'an, ruhları terbiye ederek mü'minleri psikolojik
problemlerden ve rûhî hastalıklardan korur. Mü'minler, o sâyede bâtıl
akîdelerden, kötü huylardan kurtularak mânevî sıhhatlerini temin
edebilirler. Yine, Fâtiha gibi sûreleri hüsnüniyetle okumak da bazı
bedenî hastalıklar için bir şifâ vesilesi olabilir. Kur'an, beşeriyete
yücelme sebeplerini, takip edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları
maddî ve mânevî helâka sebep olacak şeyleri yasaklamış, kendilerine
dünya ve âhirette huzura götürecek şeyleri emretmiş rahmet kitabıdır.
Fakat Kur'an, zâlim için, Kur'an'ı inkâr eden, onun hükümlerine karşı
gelen kimseler için ise, zarardan başka bir şey arttırmaz. Çünkü bu
kimseler Kur'an'ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte
bulunur, her türlü ahlâksızlığı yaparak, kendileri için mânevî
felâketleri çağırırlar. Elbette, tedâviye muhtaç olan insan, kendisine
verilen en faydalı bir ilacı terkeder de midesini zehirli şeylerle
doldurursa kendi hayatına kasdetmiş, kendisini helâka mâruz bırakmış
olur. Kur'an hükümlerinin, yanlış yolda olanlara ve kötü huy sahiplerine
gerçeği görme ve doğruyu bulma yolunda şifâ ve rahmet olduğunu, ama
kötü niyetli zâlimler için ise, bir helâk sebebi olabileceğini
anlıyoruz. Ancak, âyette ne sûretle olursa olsun, muska yazılacağına
dair hiçbir işâret yoktur.


Kur'ân-ı Kerim, muska yazmak, büyü yapmak, fal bakmak için değil;
"insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık
delilleri olarak" (2/Bakara, 184) gönderilmiştir. Allah'ın Kitabının
âyetlerini rastgele yerlere yazarak çöplüklere gitmesine sebep olmak
veya beşerî çıkarlar için istismar etmek, İslâm'a ve İlâhî Kitaba
ihânettir. Bu işi yapanlara fırsat vermek gaflettir, hıyânettir. Hatta
mü'minlerin itikadını zedelemeye hizmettir. En üzücü tarafı ise bunu
yapanların kendilerini "hoca" olarak lanse etmeleridir. Oysa İslâm'da
"hoca" dinin hükümlerini bilen, ilmiyle amel eden, Allah'tan korkan,
Allah'ın âyetlerini az bir dünya metâına satmayan örnek ve önder bir
şahsiyettir. İslâm'ın yasak kıldığı işleri yapan ve bu tür davranışlara
cevaz veren insan, hoca olamaz. Böyleleri ancak fâsık ve münâfık olur;
bunlara dense dense cinci, üfürükçü, din tüccarı, hurâfe pazarlamacısı
muskacı denilir.


Muskacıların Sonu: Ömrünü muska
yazarak, fal açarak, sihir yaparak geçiren pekçok insanın sonu hüsran
ile noktalanmıştır. Bunlardan kimisi hapishane köşelerinde, kimisi de
feci hastalıklara yakalanarak fakr u zarûret içerisinde ölmüşlerdir.
Vakitlerini muskacılıkla geçirenler, bu yoldan her ne kadar dünyevî
menfaat temin ediyorlarsa da bu iş, dinen kınanmış olduğu için iflâh
olmuyorlar. Daima hayatları sıkıntı ve sefâletle, beş kuruşa muhtaç
olarak geçmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Hayatlarının sonunda
perişan bir vaziyette, miskinlik içinde yaşadıkları görülmektedir.
Bunların hepsi yaptıklarının avans cinsinden dünyadaki küçük cezâsıdır.
Esas cezaları, ceza gününde verilecektir. Çünkü bakılması haram olan
nice göbeklere muskalar yazmışlardır. Nice genç kızları veya evli
insanları muhabbet muskalarıyla aldatmışlar, ümitleriyle oynamışlardır.
Allah'ın men ettiği şeyleri insanlara aşılamışlar, imanın temelini
sarsmışlar, İslâm akîdesini bozmuşlardır. Böylelikle yahûdi ve
hıristiyan âdetlerini canlandırarak ve bunları birkısım insanlara kabul
ettirip onların itikadlarını bozarak imanlarını sarsmaları ile İslâm
âleminde tedâvisi imkânsız olan yaralar açmışlardır. (13) Her aklı
başında mü'min, insanları bu tür cinci, muskacı, üfürükçü sahtekârların
tahribatından korumak için elinden gelen gayreti esirgememelidir.


Unutmamak lâzım ki, dindarlık, dinî olanı işlemektir; dinde
olmayanı değil.
Nice insan, hem de din adına, dini de küçük
düşürerek ve sevap yapıyorum zannıyla günaha girerek bu tür hurâfe ve
bid'atlar, bâtıl inançlar peşinde kendisine sıkıntı vermekte, hayatını
daha da çekilmez hale getirmektedir. Bazı insanlar, Cumartesi ve Salı
günleri çamaşır yıkamıyor, bazıları da kırılan bir ayna veya evinin
yakınlarında öten bir baykuş nedeniyle kâbuslar görüyor. Bâtıl inanç,
hurâfe ve bid'atlardan ancak sağlıklı ve doğru dinî bilgiyle, Kur'an'ın
hayata geçirilmesiyle korunulabilir. Bu tür sapıklıklara yönelmenin
nedeni, insandaki inanç ihtiyacının doğru ve gerçek bilgilerle
doldurulamaması, İslâm'ın hâkim değil mahkûm olması, câhiliye düzeni,
medya ve çevre şartlarının doğruyu eğri, eğriyi doğru diye
göstermesidir. Dini; bazı çıkarcı, istismarcı, cinci, câhil ve
bağnazların elinden kurtarmadıkça, bu tür insanlara ilgi gösterilip
"hoca" diye iltifat edildikçe bu sorunlar küçülmeyecek, aksine
büyüyecektir.


Yukarıda açıklananlardan başka hâlâ yaşayan bazı bâtıl inanç ve
hurâfeleri saymaya çalışalım:

"At, avrat ve silâh uğursuzdur."
"Ayna kırılması uğursuzluktur, ayna kırılan ev yedi sene iflâh
olmaz."

"Ateşle oynayan çocuk altını ıslatır."
"Ayın 13'ü uğursuzdur."
"Gece tırnak kesilmez, ev süpürülmez."
"Gece ev süpürülürse fakirlik gelir."
"Geceleri aynaya bakılmaz."
"Gece vakti, bir evden başka bir eve kazan, tencere ve tava verilirse
mutlaka ölüm olur."

"Gece, vaktinden önce öten horoz uğursuzluk getirir."
"Pazar günü çalışmak uğursuzluktur."
"Salı günü işe başlanırsa bitmez, sallanır."
"Salı günü yeni elbise giyilirse yanar."
"Çarşamba gecesi işe başlanırsa, 'Çarşamba karısı'nı kızdırı ve o eve
kötülüğü dokunur."

"Çarşamba günü yorgan kaplayan hastalanır.
"Çarşamba günü süt içmek, ev satın almak iyi değildir."
"Perşembe günü çamaşır yıkanırsa zengin olunur."
"Cuma akşamı ev süpürülürse meleklerin kanadı kırılır."
"Cuma günü ev süpüren veya çamaşır yıkamak, fakirlik getirir ve
günahtır."

"Çocuğu ölen kadın, Cuma günleri hiçbir iş yapmaz."
"Cuma günleri çocuğun ayakları câmi kapısına bağlanır ve namazdan
sonra çözülürse, hasta olmaz."

"Henüz konuşamayan çocuğun ağzı, Cuma salâsı verilirken câmi
anahtarıyla açılırsa, çocuk hemen konuşmaya başlar."

"Cumartesi günü çamaşır yıkamak uğursuzluk getirir."
"Arefe günü dikiş dikmek günahtır."
"Arefe günü dikiş diken kadının ölmüş çocuğu varsa, onun derilerini
diker."

"Misafirin ardından ev süpürmek iyi değildir."
"Makasın ağzı açık kalırsa, kefen biçmeye yarar."
"Makasın açık kaldığı evde kavga çıkar."
"Elden ele makas alınmaz, makas düşman sayılır."
"Elden ele sabun alınmaz, uğursuzluk getirir."
"Hapse giren biri, ölmüş birisinin yüzüğünü takarsa hapisten çabuk
çıkar."

"İnsanın önünden kara kedi geçmesi, uğursuzluk sayılır."
"Tavşan, tilki, kara köpek birinin yoluna çıkarsa uğursuzluk
getirir."

"Kapı eşiğine basan, iftiraya uğrar."
"Merdiven altından geçmek uğursuzluktur."
"Başa pisleyen kuş, talih kuşudur; Kuş pisliği başına düşene para
gelir."

"Şimşek çakarken kırmızı giyilmez."
"Terlik ve ayakkabının ters dönmesi iyi değildir."
"Evliliğin ilk günü, gerdek gecesinde, erkek veya kadın, hangisi önce
uyursa o daha evvel ölür."

"Gerdek gecesi, karı ile kocadan hangisi daha evvel diğerine tokat
vurursa, onun sözü daha çok dinlenir.

"Zifaf gecesi gelin ve dâmat sabunla yıkanırsa, sabun acı olduğundan,
aralarına acı ve ayrılık girer."

"Ev süpürülürken süpürge birine dokunursa uyuz olur. Süpürgeye
tükürülürse hastalık bulaşmaz."

"Gece tırnak kesilirse ömür kısalır."
"Cenâze yıkanırken teneşirin altına dökülen su, bir şişeyekonup
habersiz sarhoşa içirilirse içkiyi bırakır."

"Nazara uğrayan kişi, kuşkulandığı insanın saçından, ayakkabısından
veya elbisesinden habersiz bir parça kesip yakarak dumanı ile
tütsülenirse nazarı geçer."

"Kötü bir hastalıktan söz edilirken: 'Değirmenden geldim unluyum'
denilmezse o hastalık, söyleyene bulaşır."

"Sarılık hastalığına tutulan kişinin 'izinli' denilen biri tarafından
alnı jilet ya da çakı ile çizilir. Akan kan alnına ve burnuna sürülür.
Yaradan kan aktıkça hastalık da akar gider."

"Dişi ağrıyan bir kişi mezarlığa gider, mezar taşını ısırır, arkasına
bakmadan geri gelirse ağrısı kesilir."

"Başı ağrıyan bir kadın câmiye gider, yazması (başörtüsü) ile câmiyi
süpürür ve yazmayı tekrar başına örterse başının ağrısı gider."

"Evden çıkan erkek, işine giderken önünü kadın keserse (kadın adamın
önünden karşıya geçerse) adamın işi ters gider."

"Kısa boylu kadınlar uğursuzdur."
"Bir kız akşam ezanı okunurken merdiven altından geçerse kısır
kalır."

"Cuma günü ezan okuyan müezzine kızın başörtüsü veya mendili
sallattırılırsa nasibi çıkar."

"Evli birinin yüzüğünü bekâr kız takarsa kısmeti kesilir."
"Bekâr kız, evli birinin gelinliğini giyerse kısmeti kesilir."
"Gelin olanın duvağı evde kalmış kızın başında çözülürse kızın bahtı
açılır."

"Evde kilitlenen kilit, bayram sabahı veya Cuma günü, namazdan önce
imam tarafından câmide açılırsa kızın bahtı açılır."

"Ellerini birbirine bağlayanın kısmeti kesilir."
"Ellerini kavuşturanın kısmeti kapanır, anası ölür."
"Hâmile bir kadın yumurta yerse çocuğu terbiyesiz olur."
"Hâmileyken anahtar açanın doğumu kolay olur."
"Bir hâmile kadın ölü yıkanırken suyundan atlarsa çocuğu baygın
doğar."

`Aş yeren bir kadın, çirkin bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur."
"Doğum yapan kadın, yedi gün çocuğunun yanından dışarı çıkmaz.
Çıkarsa cinniler gelir, çocuğu götürür. Başka bir çocukla değiştirir."

"Çocuğu yaşamayan bir kadın bir yatıra 'Bunu sana sattım' der ve
kurban kestirir. Çocuk dünyaya gelince eğer kız ise adını Satı, oğlan
olursa Satılmış koyar. Aksi halde çocuk yaşamaz."

"Çocuğu yaşamayan kadın, yeniden doğum yaptığında 40 evden topladığı
parçalarla gömlek dikip çocuğuna giydirirse çocuğu yaşar ve ömrü uzun
olur."

"Çocuğu ölen bir kadın Cuma günü iş yapmaz."
"Lohusa kadının ve çocuğun yastığı altına iğne, çuvaldız, kama, bıçak
konulursa albasmaz."

"Lohusa kadının bulunduğu yere süpürge, Kur'an, soğan, sarımsak
asılırsa 'alkarısı' loğusa ve çocuğa zarar vermez."

"Hayızlı kadın, sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur."
"Hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa turşu
bozulur."

"Gelin eve ilk geldiğinde kaynanasının iki bacağı arasından içeri
girerse saygılı olur."

"Yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, yattığı odanın eşiğine veya
beşiğinin altına konursa cadı zarar vermez, nazar da değmez."

"Yeni doğan çocuğun beşiği altına türbe ve kabirlerden toprak
getirilip konursa çocuğu cadı boğmazmış." (Buna bazı yerlerde cüher
almak denilir.)

"Bebek fıtık doğarsa, külotu çalı ağacını bir dalı yarılarak
arasından geçirilince fıtığı iyileşir."

"Bebeğin kırkı çıkmadan tırnağı kesilirse, ya arsız ya da hırsız
olur."

"Yeni doğan çocuk, bayram günü bir dişi eşeğe ters bindirilip köyün
etrafında dolaştırılırsa ömrü mutlu geçer."

"Çocuğun doğduğu yerde elişi yapılırsa, göbeği düşmez."
"Cuma günü çocuğun ayakları bir câmi kapısında bağlanır, Cuma
namazından sonra çözülürse hastalığa tutulmaz."

"Bebek ayakları altından öpülürse talihsiz olur."
"Çocuk dünyaya geldikten sonra yıkanıp tuzlanır ve sofraaltı denilen
beze sarılırsa tokgözlü olur."

"Çocuğun göbeği, câmi duvarına veya avlusuna gömülürse dindar,
medresenin (okulun) bahçesine veya avlusuna gömülürse âlim, ahıra
gömülürse malcı olur. Ayrıca suya atılırsa huyu temiz, evin içinde bir
yere gömülürse gözü dışarıda olmaz."

"Boyu ölçülen çocuk kısa kalır."
"Çocuğun boyu metre ile ölçülürse ömrü kısa olur."
"Sünnetsiz ölen çocuğun parmaklarından birinin kırılması gerekir."
"Çocuk sünnet olurken annesi oklava sallarsa, sünnet acısız ve kolay
olur."

"Küçük çocukların yüzünde yara çıkarsa, deniz kenarında yaşayan ve
denize giren biri tarafından okunup yüzü meshedilirse yaraları
iyileşir."

"Yürüyen çocuğun emeklemesi, misafir geleceğinin işaretidir."
"At, öküz, inek, dana gibi büyükbaş evcil hayvanlar, eğer gece ahırda
huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o evden biri
ölecektir."

"Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür."
"Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer
boşaltılmazsa Azrâil suları ellediği için biri yine ölebilir."

"Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmelidir. Çünkü
Azrâil kılıcını o sularda yıkar. Sular bu kılıçla pislendiği için
içilmez olur."

"Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava veya tencere
verilirse ölümü celbeder."

"Gece sandık açmak, kendi mezarını açmaktır. Yani ölümü çağırmaktır."
"Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya
kırılırsa ölüme işarettir."

"Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o evden cenâze çıkar."
"Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölümü ve uğursuzluğu celbeder."
"Saçakta baykuş ötmesi, ölüme işarettir."
"Bir genç askere giderken evden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin
yarısını yer, yarısını da geri bırakırsa, artık ekmek onu çağıracağı
için kazaya belâya uğramadan geri döner."

"Biri yolculuğa çıkıp gurbete giderken arkasından yola su dökülürse,
su gibi yolculuğu olur, kazaya uğramadan sağ sâlim yerine ulaşır,
gurbetten çabuk döner."

"Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya
uğramaz."

"Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu için,
acı olaylar görülür veya o iki kişi arasına düşmanlık girer."

"Gök gürlerken buğday ambarına el ile vurulursa hasat çok olur."
"Nar tanelerini yere düşürmeden bir bütün narı yiyip bitirebilen
cennete girer."

"Tarla veya bahçede bitkiler hastalanmış ise, tarla sahibinin güneş
doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak dolaşması gerekir."

"Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafında
Kur'an okunarak dolaşılırsa, o araziye dolu yağmaz."

"At nalı asılan yere nazar isâbet etmez."
"Önünde 'beş taş' oyunu oynanan eve fakirlik gelir."
"Cezveden su içilirse zengin olunur."
"Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılar."
Daha neler neler... Saymakla bitmeyecek bir sürü bâtıl inanışlar...

Dikkat edilirse, hurâfe ve bâtıl inanış olarak kabul edilen haftanın
hemen bütün günleri ya belâya, ya da günaha sebep gösterilmiştir. Sanki
müslümanın temizlik yapması, çalışması suç kabul edilmiştir. Bu inanç,
hem ibâdetlere, hem temizliğe, hem çalışıp kalkınmaya ihânettir.


"Yıldızname"ye baktırmak, "fal" açtırmak, "sevicilik" yaptırmak,
"sihir" bozdurmak, "muska" yazdırmak, "tılsım" yaptırmak, "afsunlanmak"
için diyar diyar, semt semt hoca(!) arayanlar, dileğinin yerine gelmesi
için türbe ve evliya mezarlarını/yatırları dolaşanlar, kızının nasibini
açtırmak için il il üfürükçü arayanlar azımsanmayacak kadar çoktur.
Göğüse ve göbeğe muska yama cür'et ve ahlâksızlığına tevessül edenler ve
bunların tuzağına düşüp pişmanlığını sineye çekenler de az değildir.
Kimi yerde gelin, kocasının evine girerken "kaynanasının iki bacağı
arasından geçerse saygılı olur" diye inanılmak, dolayısıyla insan onuru
ayaklar altına alınmaktadır. Kimi yerde de "yeni doğan çocuğun ilk
dışkısı, cin çarpmasın, nazar değmesin diye, yattığı odanın eşiği altına
konulmakta, bazı yerlerde de bebeğin beşiğine mezarlıktan toprak
getirilerek konulmaktadır.


Kurşun dökmek, muska ve nazar boncuğu takmak gibi eski hurâfe ve
bâtıl inanışların yanında; modern hurâfe ve çağdaş bâtıl inanışların da
sosyete çevreleri, üniversite öğrencileri ve Batı kültürüyle yetişmiş
insanlar başta olmak üzere, toplumda giderek yaygınlaştı(rıldı)ğını
belirtmek gerekiyor. Burç taşları, şans ve uğur getireceğine inanılan
çeşitli taş, yüzük, kolye veya boncuklar, sinema filmleri veya tv.
dizilerindeki kahramanlara ait resim ve aksesuarlar, muska yerine uğur
ve şifa kolyeleri, taşları, nazar değmesin diye elini kulağına tutup
tahtaya vurmalar, aksırınca "çok yaşa" demeler ilk sayabileceğimiz
modern gereçler ve tavırlardır.


Tabii, bunların yanında cinciliğin modern şekli olan medyumluk,
falcılığın bin bir çeşidi, burçların ve gök cisimlerinin insan kaderi
üzerinde etkisi olduğuna/tanrılığına inanmanın bir yansıması olan burç
falları, müneccimliğin modernize edilmiş şekli olan astroloji, felekle
ve feleğin kadere etkisiyle ilgili inanış ve deyimler, ruh çağırma ve
reenkarnasyon inanışları, insanın maymun soyundan geldiğine inanmak,
İmanî hakikatlerin çoğunun bilimsel olmadığı, bilimin tek doğru ve
gerçek mürşit olduğunu kabul, tabiat/doğa veya tesadüfe yaratıcılık
atfetmek gibi bâtıl inanışlar ve modern hurâfeler...

Türbe ve yatırlardaki mantık dışı hurâfelerin çağdaş ve modern
şekillerini de televizyon izleyen herkes görmekte, mâtem törenlerini,
andiçmeleri... bilmekte. Simokinli resepsiyonlar, tuhaf, saçma ve İslâm
dışı kuralları olan törenler, seromoniler, âyinler, tapınmalar... Kolej
ve üniversite mezunlarının keplerini havaya fırlatmaları, kıyâfet
dayatmaları vb. zorunluluklar da resmî hurâfeler olarak sayılabilir.
Bütün bunların yanında kapitalizm, komünizm, kemalizm, laiklik gibi her
türlü beşerî ideolojiler, İslâm'a ters dünya görüşleri ve felsefî
anlayışlar, tâğutî yaklaşımlar, Bel'amca yorumlar çağdaş bâtıl inançlar
ve modern hurâfelerdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Hurafeler
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: İslam ve İnsan-
Buraya geçin: