hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Ar Perdesi Yırtılırsa

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Ar Perdesi Yırtılırsa 2duy3hj

Ar Perdesi Yırtılırsa Empty
MesajKonu: Ar Perdesi Yırtılırsa   Ar Perdesi Yırtılırsa EmptyPtsi Tem. 12, 2010 1:02 pm

Perdeleri yırtılmış bir çağda yaşıyoruz. Edep perdesinin, hayâ
perdesinin, mahremiyetin perdelerinin yırtıldığı bir çağda.

Görülmemesi, gösterilmemesi, perdenin ardında olması gereken her şeyi
ifşa etmek medenilik sayılıyor. Oysa buradan tatminsizlik ve kargaşadan
öteye yol yok.

Böyle bir çağda müslümanın kendi edebine, hayâsına, yani kendi
perdelerine sahip çıkması bir başka önem taşıyor. Çünkü hem kendisi
olarak var olması buna bağlı hem de insanlığın doğruyu bulması...

Geçtiğimiz ay bir grup kadın İstanbul’da Galata Köprüsü’nde bir gösteri yapmış; “genel ahlâk
kuralları, edebe aykırılık, hayâsızca hareketler” gibi kavramların
hukuk sisteminden çıkarılmasını istemişler.

Gazetelerin yazdığına göre aynı yerde bir yıl önce uygunsuz kıyafetle
balık tutmak isteyen bir kadının “hayâsızca hareket” suçlamasıyla cezaya
çarptırılmasını protesto için yapılmış bu gösteri.

Açıkçası, biz olayın sebebiyle de, göstericilerin profili veya protesto
tarzıyla da ilgili değiliz. Çağdaş anlayışta “edep, ahlâk, hayâ” gibi
kavramların yerinin olmadığı kabulünü açığa vurması bakımından
dikkatimizi çekti bu haber. Hayâsızlığın modern hayatın şiarı olduğunu
ilan eden tipik bir örnekti.

Elbette sadece kadınlarla ve kıyafetle sınırlı bir mesele değil bu.
Artık insanlar en mahrem “ev halleri”ni bile çıkıp televizyon
ekranlarından ifşa edebiliyor. Zerre kadar sürçmeden yalanlar
söyleniyor, iftiralar atılıyor. Belden aşağı espri bayağılıklarıyla dolu
diziler, insan haysiyetini ayaklar altına alan yarışmalar izleyici
rekoru kırıyor.

Eskiden de insanlar böyle seviyesizliklere düçar olurdu ama genellikle
gizlerdi bunları. Arada aleni günah işleyenler ve bunu bir meziyetmiş
gibi takdim edenler çıkarsa, böylelerine “ar perdesi yırtılmış” denirdi.

Modern zamanlarda ar perdesindeki yırtık o kadar büyüdü ki çoğu insan
giderek böyle bir perdenin varlığını dahi unuttu. Utanmanın “kusur”
sayıldığı şu günlerde, “ar, hayâ, hicap, ırz, namus, iffet” kavramlarını
hatırlayalım istedik.

İlk Ne Zaman Ar Etmiştik?

Ar perdesinin yırtılması, hem bir azmışlığı hem de bu hale yönelik bir
kınamayı ifade ediyor. Ne bu hal Dergimizin okuyucularının halidir, ne
de bu kınayıcı tutum bizim tarzımızdır. Bunun farkında olduğumuz
içindir ki problemi, genellikle yapıldığı gibi, sapkınlık göstergesi
çirkin örneklerle, “öteki”ni mahkûm etmek maksadıyla ele almayacağız.
Meselenin müminlerle ilgili çok önemli ayrıntıları var. Bunları çok iyi
bilmemiz, üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Biz bu konuyu “şeytanın Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı kandırması” olayı
etrafında izaha çalışacağız. A’raf suresinin baş taraflarında anlatılan
söz konusu olayın konumuzla ilgili ana çizgilerini, ayetlerden
hareketle hatırlamaya çalışalım önce:

1. Şeytan, cennette yaşamakta olan Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın,
Allah Tealâ tarafından örtülüp gizlenen “avret yerlerini” görünür hale
getirmek, bu gizlenmiş yanlarını birbirlerine göstermek istiyor. Bu
maksatla vesvese ile akıllarını çelip Allah’ın koyduğu bir yasağı ihlâle
teşvik ediyor onları. (20. ayet)

2. Şeytanın hilelerine kanan Hz. Âdem ile Hz. Havva, kendilerine
yasaklanan bir “ağacı(n meyvesini) tadınca, avret yerleri kendilerine
görünüyor” ve utanıyor; telaşla örtünmeye çalışıyorlar. (22. ayet)

3. Allah Tealâ bu ihlâl üzerine onları çıplak olarak yeryüzüne
indiriyor ve onlardan türeyen Âdemoğullarını da fark edilebilir bir
üryanlıkta yaratıyor. Fakat rahmetinin nişanesi olarak “edep yerlerini
örtecek giysiler, süslenecek elbiseler” ihsan etmekten başka, bir de
insanlar için “asıl hayırlı olan takva elbisesidir.” buyuruyor. (26.
ayet)

Şeytanın Asıl Amacı


Ayetlerden anlaşıldığına göre şeytanın Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı
kandırarak onları Allah’ın koyduğu bir sınırı aşmaya yönlendirmesi amaç
değil vasıtadır. Şeytanın amacı, onların “sev’ât”ını kendilerine
göstermektir.

“Sev’ât”, kişinin kendisinin de başkalarının da bakmaması ve örtülmesi
gereken “galiz avret yerleri”dir. Sözlükte nefsin bütün kötü huy,
çirkinlik ve kusurları anlamına gelir. Birçok müfessir, şeytanın
insanların sev’âtını birbirine göstermek istemesini, onlardaki günah
işleme potansiyelini açığa çıkarma niyeti olarak izah eder. Nitekim Hz.
Âdem de Hz. Havva da yasak meyveyi yedikten sonra, aslında böyle bir
yanlışı yapabilme zaaflarının olduğunu ilk kez fark ederler. Duydukları
utanç, Allah indindeki itibar ve izzetlerinin böylece zedelenmesinden,
kendilerini küçük düşürmelerindendir.

Şu halde şeytanın asıl amacı, zaten haset edegeldiği Hz. Âdem’in hem
Allah Tealâ, hem melekler, hem de kendi nezdindeki şerefini yok etmek,
esfel-i sâfilîn’e götüren bir kapının varlığını ona ve soyuna
göstermektir. Bu kapı bir kere fark ettirilip açık bırakıldıktan sonra,
insanın türlü günah ve sapkınlıklara düşmesi için şeytanın özel bir
gayretine lüzum yoktur artık.

Demek ki adeta bütünüyle şeytana tahsis edilmiş bir yola açılan bu
kapının kapalı tutulması, edep yerlerinin kapalı tutulmasına, tesettüre
riayete bağlıdır. Bu yüzden ayetlerdeki “sev’ât” hep “avret mahalli”
olarak anlaşılmıştır. Fıkıhta “insan vücudunda görünmesi ve gösterilmesi
haram sayılan yerler” anlamına gelen “avret” kelimesi, sözlükte “var
olan, fakat zarara uğramamak için mutlaka düşmandan gizlenmesi gereken
açıklık, eksiklik, zaaf” demektir. Mesela kem gözlerin tarassutu
altındaki bir evin açık bırakılmış kapısı, perdesiz penceresi; yahut
düşman kuşatmasındaki kalenin surlarındaki bir gedik “avret”tir.

Erken Uyarı Sistemi

Kur’an-ı Kerim âdemoğlunun en büyük düşmanının şeytan olduğunu haber
veriyor bize. Şeytan, önce güzel ve faydalı gibi gösterdiği günahlara
sevk ediyor insanı ve utanıp tevbe etmemesi halinde gitgide
bayağılaştırarak tutsağı haline getiriyor onu. İnsanı bayağılaştırmanın
en kestirme yolu ar duygusunu yok etmekten geçiyor.

“Ar” kelimesi “avret” ile aynı kökten. İnsanın mahrem yerlerinin
görünmesi halinde yaşadığı “utanma duygusu” demektir. Fıtrî bir duygudur
ve aklın tezahürlerindendir. Nitekim çocuklarda utanma duygusu akıl
nurunun parlamaya başladığı çağlarda kendini gösterir. Hz. Âdem ile Hz.
Havva’nın avret yerlerinin görünmesi üzerine utanmaları da bu duygunun
fıtrî olduğuna işarettir.

Ar duygusu Cenab-ı Hakk’ın bize bahşettiği bir alarm sistemi, bir erken
uyarı nimetidir. Müzelerde yahut galerilerde sergilenen bazı nesnelerin
etrafındaki ışın kalkanı gibidir. Bu sistemin bozulması, devreden
çıkarılması, kalbimizin talan edilmesine, yol geçen hanına çevrilmesine,
şeytanın ve onun askerlerinin kalbimizde cirit atmasına fırsat verir.
Çıplaklıkta, edep yerlerinin teşhirinde ısrar ve bundan dolayı
utanmamak, ar perdesinin bir daha tamir edilemeyecek biçimde
yırtıldığına; insanın, en büyük düşmanı şeytan karşısında uyarı
imkanından yoksun kaldığına delalettir.

Fakat insanı diğer varlıklardan ayıran çok önemli bir özellik olmasına
rağmen ar duygusu nihayet bir uyarı mekanizmasıdır. Mutlaka bir korunma
ve tedbir hamlesi gerektirir.

Ar Yaratılıştan Hayâ İmandandır

Ar, utanmanın “avret”le ilgili kısmıdır. Bu fıtrî duygunun insanın cüz’i
iradesi ile geliştirilmiş, kişiyi küçük düşürücü her türlü günahtan
koruyacak şekilde tahkim edilmiş haline “hayâ” derler. Genellikle
birbirinin yerine kullanılsa da, ar ve hayâ aynı şey değildir. Hayâ, bir
uyarı görevi yapan ar duygusunun icap ettirdiği korunma tedbirleridir
daha çok. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın utanmaları ar; buldukları
yapraklarla olsun örtünmeye çalışmaları, pişman olup tevbe etmeleri
hayâdır.

Elbette ar duygusu olmazsa, ancak onun üzerine bina edilebilen hayâ da
olmaz. Ar fıtrîdir ama hadis-i şeriflerde buyurulduğu gibi “Hayâ
imandandır” yahut “Hayâ, imandan bir şubedir”. Bu sebeple başta
peygamberler olmak üzere kâmil iman sahibi bütün salih insanlar aynı
zamanda birer hayâ timsalidirler.

İslâm âlimleri hayâyı “nefsin, çirkin davranışlardan rahatsız olup
onları terk etmesi” şeklinde tarif ederler. Sadece tesettüre
riayetsizlikten değil, insanın şerefini zedeleyen her türlü münkerden
hayâ edilmesi gerektiğini söylerler. Çünkü insan mahlukatın en
şereflisidir. Yaratılanlar içinde ondan daha değerli olanı yoktur. Eğer
insan Rabbine kul olmak yerine kendisinden daha değersiz dünya malına,
makama, şöhrete kul olursa izzetini kaybeder, zillete düşer. İşte hayâ,
böyle bir zilleti kendine yakıştıramadığı için insanı utandırır, onu
tevbeye ve istikamete sevk eder. Hayâ sahibi, yaptığı kötü bir işten
veya terk ettiği iyi bir işten dolayı sadece kendinden ve diğer
insanlardan değil, Allah Tealâ’dan da utanır.

Allah’tan “Hakkıyla” Hayâ


İbn Mesud r.a. naklediyor: Peygamber Efendimiz s.a.v., “Allah’tan
hakkıyla hayâ edin!” buyurdular. Biz dedik ki, “Ey Allah’ın Rasulü,
elhamdülillah biz Allah’tan hayâ ediyoruz.” Ancak O, şu açıklamayı
yaptı: “Söylemek istediğim bu (sizin anladığınız hayâ) değil. Allah’tan
hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva
ettiklerini muhafaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır.
Kim ahireti dilerse dünya hayatının süsünü terk eder. Kim bunları yerine
getirirse Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.”

Yukarıda hayânın, ar duygusunun geliştirilmesi ve tahkim edilmesi ile
her türlü zillete kalkan yapılmış bir savunma tavrı olduğunu
söylemiştik. Bu tavrın kuvveti veya şiddeti elbette iman ateşinin
şiddeti nispetindedir ve tabiatıyla kişilere göre değişir.

İşte Hz. Peygamber s.a.v.’in “Allah’tan hakkıyla hayâ” ifadesiyle işaret
buyurdukları tavır, hayânın en üst seviyesi, en ideal tarzıdır.
Müttakilerin ve muhsinlerin hayâsıdır bu. Ayette geçen “takva
elbisesi”dir. Bu seviyedeki bir hayâ, tıpkı peygamberlere verilen
“ismet” sıfatı gibi, takvası sebebiyle kula bahşedilen bir ikramdır.
Müminin, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın şeytana aldanmazdan önceki
“masumiyet”ini yaşamasıdır.

Fakat peygamberlere mahsus ismet nimetinin garantisi bu masumiyette
yoktur. Şeytana kulak verilmesi halinde, sonunda pişman olunsa bile
zedelenebilmektedir. Nitekim insanlığın ebeveyni, şeytana aldanıp
gafletle haram lokmaya uzanınca, daha önce avret yerlerinin görünmesine
mani olan ve mahiyetini bilemediğimiz, ilâhi ikram eseri böyle bir
örtüyü kaybedivermişlerdir.

Başımıza Taş Yağar mı?


Hayâ, kulluk şuurunun kuvveti nispetinde derece derecedir de hayâsızlık
tektir. Hayâ ancak ar duygusunun üzerine bina edilebildiği içindir ki
hayâsızlık bu defa arsızlıkla yahut ar perdesinin yırtılmış olmasıyla
aynı şeydir.

Hayat kelimesiyle aynı kökten türeyen hayâ, gerçek anlamda diri olmanın
göstergelerindendir. Utanan, hayâ eden insanın yüzü kan hücum ettiği
için kızarır. Yüzü kızarmıyorsa ya kanı çekilmiştir ya kalbi vazife
yapmamaktadır. Her iki hal de ölüm belirtisidir.

Bizim inancımızda iman taşımayan bir kalp ölü bir kalptir. Böyle bir
kalbin sahibi dünya hayatını cesediyle sürdürür sadece. Bakara suresinin
18. ayetinde tanımlandıkları gibi “sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler”; elbette hayâ etmezler.

Nefsin arzuları karşısında Allah’ın koyduğu ölçülere riayet, itidali
muhafaza hassasiyeti ve kararlılığına “iffet” denir. Hayâ etmeyenin
iffeti olmaz. Zira hayasızlık, ölçüsüzlüğe, sınırsızlığa ve ifrata kucak
açmaktır. Ar perdesini yırtanların, hayâ çitini yıkanların
nefslerinden kopup gelen hayvanî arzular bir tuğyan olur yeryüzünü
fesada verir. Ar perdesini yırtmış insan ve topluluklar en hafifinden
“fâcir” hükmündedirler; sürekli “fahşâ”ya, yani azgınlıklara
meylederler. Hz. Peygamber s.a.v.’in “Utanmazsan dilediğini yap!”
tespiti, hayâ etmeyenden her türlü edepsizliğin ortaya çıkabileceği
gerçeğini ifade eder.

Sünnetullahtır; tuğyanın ve fahşânın yaygınlaştığı toplumlar ilâhi
gazaba uğrar, helâk edilirler. Hayâsızlığın yaygınlaştığı dönemlerde
yaşlıların “Başımıza taş yağacak!” uyarısı laf olsun diye söylenen bir
söz değildir. Hayâsızlığın en uç örneğini sergileyen Lût Kavmi,
Kur’ân’ın “münzerîn yağmuru” dediği bir felâketle, başlarına taş
yağdırılarak helâk edilmiştir çünkü.

Kıssadan Hisse

Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennette yaşadıkları bir olayın A’raf
suresinde bize nakledilmesindeki ilâhi maksadı, buraya kadar
anlattıklarımız çerçevesinde özetleyerek meselenin bu tarafına nokta
koyalım:

1. Şeytana uymak, onun iğvasıyla Allah’ın sınırlarını aşmak,
insanı çirkinleştiriyor; nefsin kötülüğe meylini kamçılıyor. Kul bu
halden utanmayıp zillete razı olursa eğer, şeytanın peşinde aşağıların
aşağısına kadar alçalabiliyor.

2. Fakat Cenab-ı Hak kullarının bu zilletine razı değildir. Bu
yüzden böyle sürçmelerde toparlanması için onun fıtratına ar duygusunu
yerleştirmiştir. İnsan düştüğü zilletten ar duygusu sayesinde utanıp
rahatsız oluyor, bundan kurtulmanın yollarını ve tedbirini arayıp
tevbeye yönelebiliyor.

3. Allah Tealâ, kulunun tevbesini kabul ettiğinin ve merhametinin
bir nişanesi olarak, benzer durumlara düştüğünde kötü ve çirkin
yanlarını örtecek imkânlar bahşediyor ona.

4. Settârü’l Uyûb (Ayıpları Örten) olan Cenab-ı Hak, tesettür
emrinde olduğu gibi, insanın vücudundaki, kalbindeki, davranışlarındaki
ayıpların özellikle gizlenmesini, açığa vurulmamasını istiyor.

5. Türlü metotlarla setrettiğimiz, örttüğümüz kusurlarımız,
çirkinliklerimiz, günahlarımız.. üzeri örtülse de var olmaya devam
ediyor öte yandan. Bu sebeple de Allah Tealâ, böyle kusurların “örtü
altında bile var olmaması” anlamına “takvâ”ya çağırıyor bizi.

6. Takva, içinde de dışında da hiçbir ayıbı barındırmayan manevi
bir giysi. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın yasağı ihlâl etmezden önceki
izzetli ve ismetli hali, yaradılışımızdaki “en güzel suret”tir. Gaflet
ve haram lokma bu masumiyet halinden, bu en güzel suretten mahrumiyete
yol açıyor ama Hz. Âdem’in sonraki macerası, ar, hayâ ve tevbe ile bu
halin yeniden kazanılabileceği ümidini aşılıyor insanlığa.

Mahremiyeti Olmayana İhtiram Olmaz

Ar ve hayâda insanın kendi gözünde, diğer insanlar nezdinde ve en
önemlisi de Allah indinde küçük düşüp zelil olmaması esastır. Bir
çirkinlik yahut kötülüğün verdiği rahatsızlıktan ibaret olan “utanma”
boyutu yanında bir de örtme, saklama, koruma boyutu vardır. İşte bu
ikinci boyutu sebebiyledir ki hayâ mahremiyetle de ilişkilendirilir.

Mahremiyet, kişilere, ailelere, hatta ümmetlere mahsus “harem”lerin,
yani yabancılara kapalı olan özel alanların dokunulmazlığıdır. Mesela
Mekke ve Medine belirli sınırlar dahilinde müslümanların haremidir.
Gayr-i müslimler oraya giremez. Yahut bir ev, o evde mukim olan ailenin
haremidir. Evin mahremi olmayanlar, yani nâmahremler o eve izinsiz,
elini kolunu sallayarak giremez. Mahremiyet alanlarındaki unsurların bir
kısmı bu defa mukaddes, mübarek, muhterem, özel ve güzel kabul
edildikleri için korunmaktadır. Bunların korunması her ne kadar insanlık
izzetini ayakta tutmanın en önemli şartı ise de, yapılan şey bir
gizleme veya setretme değil, bir savunmadır.

Dolayısıyla hayâ duygusu bu değerleri korumaya sevk eden belirleyici bir
ilk etken değildir. Korunmaması, savunulmasında acz ve ihmale
düşülmesi halinde devreye girer ve bu değerlerin yeniden ikamesi için
insanı motive eder. Gerçi yine yapılması gereken doğru bir işi
yapmamanın ve bunun sonucunda küçük düşmenin utancı söz konusudur ama
utanılan davranışın mahiyeti farklıdır.

İslâmî literatürde “ırz” diye adlandırılan bu tür mahremiyetler
konusunda ya başkalarının mahremiyetine saldırmamak ya da kendi
mahremiyetimizin korunmasında laubali davranmamak için hayâ etmeye
çağrılırız. Ar perdesi yırtılanlar özel alanlarının genelleşmesinden
rahatsızlık duymadıkları gibi, başkalarının mahremiyetine olan hastalık
derecesindeki tecessüslerini de engelleyemezler bu yüzden. Oysa ihtiram
(saygı), mahremiyetten dolayıdır. Mahremiyeti olmayana ihtiram olmaz.

Unutmamamız Gereken

İnsanı şerefli kılan bütün manevi değerleri ve kişilik haklarını ifade
eden “ırz”a saldırı, doğrudan doğruya insanın şeref ve haysiyetine
saldırı demektir. Bu nedenle Veda Hutbesi’nde müslümanların kanları ve
malları gibi ırzlarının da birbirlerine “haram”, yani dokunulmaz ve
saygın olduğu ilan edilmiştir.

Fakat bu hüküm başkalarının ırzına saygı göstermek kadar, belki ondan da
önce kendi ırzımızı sorgulatacak hafifliklerden, kayıtsızlıklardan
kaçınmamızı gerektirir. İnsanlık şerefiyle, Allah’a kulluk statüsüyle
bağdaşmayan her tutum, ne kadar küçük ve sıradan görünürse görünsün,
insanın ırz ve namusunu da koruyan hayâ duygusunu tahrip eder. Haysiyet
ve şerefinin sorgulanmasından, ırz ve namusuna yönelecek hakaret ve
aşağılamalardan kaygı duymamak da ar perdesinin yırtıldığına işarettir.

Ar duygusu insanın fıtratında olduğuna göre, ar perdesini yırtmak veya
hayâsızlık, insanlıktan çıkmak demektir. Bundan daha vahim bir zillet
olamaz. Böyle bir zilletten korunmak için hayâ duygusunu kaybetmemek
gerekiyor. Bunun da tek yolu, nerede olursak olalım, ister başkalarıyla
birlikte, ister yalnız, daima Allah’ın huzurunda bulunduğumuzu
unutmamaktır.

Bütünüyle hayır olan hayâ, Allah Tealâ’dan hayâdır. Allah’tan hayâ
etmeyenin insanlardan hayâsı riya olabilir. Halbuki müminin şiarı riya
değil hayâdır.


Her Utanma Hayâ mı?

Ar ve hayâ, temelde bir utanma duygusudur. Fakat her utanma ar yahut
hayâ olmaz. Aşırı çekingenlikten, içe kapanık olmaktan, kendine
güvensizlikten, başarısızlık korkusundan kaynaklanan utanmalara ar ya da
hayâ denmez.

Peygamberimiz s.a.v.’in “Hayânın hepsi hayırdır.” veya “Hayâ hayırdan
başka bir şey getirmez.” mealindeki hadis-i şerifi, bu hususa da işaret
eder. Yani bir utanma hali kişiyi çirkinliklerden alıkoyuyor, onu
ahlâklı olmaya, güzel davranmaya sevk ediyorsa hayâdır.

Hasan-ı Basrî rh.a.’den gelen ve bazılarına göre kendi sözü, bazılarına
göre de mürsel hadis kabul edilen bir rivayet, bu tasnifi daha açık
yapmaktadır: “Hayânın iki çeşidi (ucu) vardır; bir ucu imana, diğer ucu
ise beceriksizliğe dayanır.”

Bununla birlikte ulema, özellikle “çekingenlik” eseri utanmanın
kadınlarda ve çocuklarda bir kusur değil meziyet olduğunu; bu halin
onlara daha çok yakışacağını söylemişlerdir.

Perdesiz Bir Topluluk: Lût Kavmi

Lût a.s. ve kavmine dair haberler Kur’an-ı Kerim’in farklı surelerinde
muhtelif vesilelerle parça parça zikredilir. Buna göre Lût a.s. sapık
bir kavme peygamber olarak gönderilmiştir.

Bazı kaynakların şimdiki Ölüdeniz’in bulunduğu yerdeki Erden havzasında,
Sodom ve Gomore gibi bugün de ahlâksızlığın simgesi olarak bilinen
şehirlerde yaşadığını kaydettiği Lût Kavmi, başka hayasızlıkları
yanında, kadınları bırakıp erkeklerle beraber olmak gibi bir cinsî
sapıklığı huy haline getirmişlerdir. Lût a.s.’ın nasihat ve tehditleri
kâr etmez. Artık sonuç alamayacağını anlayan Lût peygamberin duası
üzerine Allah Tealâ bu kavmi bir gece sabaha karşı üzerlerine pişmiş
balçıktan taşlar yağdırarak helâk eder; yaşadıkları şehirlerin altını
üstüne getirir.

Bazı hadislerde Lût kavminin yaptığı türden hayâsızlıkları işleyen
toplumların aynı şekilde helâk edileceği beyan buyurulmaktadır.

Hicab’a İki Türlü Dikkat


Ar ve hayâ duygusu neticede örtünmeyi, korunmayı, bir görüntüyü
engellemeyi gerektirdiğinden, hep bir perde benzetmesiyle
somutlaştırılır. Ar veya hayâ perdesi deyimi buradan doğmuştur.

Yine aynı sebeple “perde, örtü” anlamına gelen “hicap” kelimesi ar ve
hayâ yerine de kullanılır, “utanmak” anlamına “hicap etmek” denildiği
olur.

Hicap kelimesinin kullanıldığı yerlerde bir ayrıntıya dikkat etmek
gerekir. Bu kavram ahlâk, edep, hayâ, tesettür bahislerinde olumlu bir
anlam taşırken, tasavvufî metinlerde olumsuz bir durumu yansıtır.
Tasavvufta hicap, vahdet idrakini engelleyen mâsivâ perdelerini,
mahcubiyet de bu perdelere takılıp kalmayı ifade eder.

Yani hicaba hem öyle hem böyle dikkat!

ALINTIDIR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Ar Perdesi Yırtılırsa
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: İslam ve İnsan-
Buraya geçin: