hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Bunalımdan Huzura

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Bunalımdan Huzura 2duy3hj

Bunalımdan Huzura Empty
MesajKonu: Bunalımdan Huzura   Bunalımdan Huzura EmptyPtsi Tem. 12, 2010 10:03 am

Yaşadığımız çağ pek çok şey sundu bize. Her işi kolaylaştıran yüksek
teknoloji, makinalar, elektronik gereçler, kolay ulaşım, büyük
şehirler... Bu çağ insanlığa okyanusların derinliklerini, uzayın
sırlarını aşina kıldı.

Ama bir şeyi veremedi: İç huzuru. O kadar veremedi ki adına “bunalım
çağı” bile denildi.

Bilenler bilir, insan iç huzurunu bir kez kaybedince mücevher saraylarda
yaşasa kıymeti yok. Ve huzursuz insanın başını çarpmayacağı kaya da
yok.

Etrafımızdaki insanlara göz gezdirdiğimizde, neredeyse herkesin
bunalımda olduğunu ve yaşadığı hayattan tat alamadığını görüyoruz.
Yaşanan buhran ve kasavet halinin öyle zannedildiği gibi insanların
fakir veya zengin olmasıyla da ilgisi yok. Zengin olan da bunalımda,
fakir olan da.

İnsanlar yataklarına girip başlarını yastıklarına koyduklarında
kolaylıkla uykuya dalamıyor. Herkes her şeyden şikayetçi. Eşler
birbirinden ve çocuklardan, çocuklar da hepsinden şikayet etmekte.

Bunalımın yansımalarını her gün basında görmekteyiz. Televizyonlara,
gazetelerdeki haberlere bakıldığında, ülkemizin her bir yanının
neredeyse suç mahalline döndüğünü söylememiz yanlış olmaz. Suç işleme
oranı küçük yaşlara kadar indi. En olmayacak suç haberlerini bile
kanıksadık, sıradan görmeye başladık. Bu açıdan bakıldığında kalbi
huzursuz, buhranlı ve asık suratlı bir toplum olmaya doğru gittiğimizi
hiçbirimiz inkâr edemeyiz.

Ortaya çıkan bu olumsuz tabloya ve ülkemizin diğer temel sorunlarına
bakıldığında, yarınlar adına içimizin karardığını söylemek durumundayız.
Öyle ya, insanların ailelerini boğazlamaya başladığı, güpegündüz
işyerlerinin ve araçların soyulduğu, genç kuşaklarda ahlâkî değerlerin
çok zayıfladığı, yabancı kültürlerin ülkeyi dört bir yandan kuşatıp
işgal ettiği, camilerin yaşlılara kalmaya başladığı tabloya bakan bir
insanın ümit sahibi olması elbette zorlaşır.

Gerçi Sahabe asrından itibaren insanlar bulundukları dönemin
bozulduğundan şikayet etmişlerdir. Hz. Aişe r.a. validemiz Rasulullah
s.a.v. sonrasında toplumun eskisi gibi olmadığından dert yanmış, zühd
dünyasının önderleri de hep geçmiş dönemlere olan hasretlerini dile
getirmişlerdir. Ancak durum ne olursa olsun, Ashab-ı Kiram’dan birisi
kalkıp içinde yaşadığımız günleri gözleyecek olsaydı, her halde diyecek
kelime bulamazdı.

İnsanların bu derece bunalımda olduğunu, geniş kalabalıklar arasında
yürürken yüzleri tebessüm edenlerin sayısının çok az olduğunu, kasavetin
toplumu kuşattığını gözlemleyen bir insanın, gördüğü manzara
karşısında şaşırması kaçınılmaz olurdu. Bu nedenle, Allah’a kulluğun ve
insanın iç huzurunu yakalamasının önündeki engeller ile insanların iç
huzursuzluğunun her zamankinden fazla olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Dünya her halde bugünkü kadar kötü bir dönemi çok az
görmüştü.

Kendi içimizde yaşadığımız mutsuzluğun, kalbimizin bir türlü huzura
ermeyişinin keza toplumda genel olarak müşahede ettiğimiz umutsuzluğun
ve yeis halinin nedenleri elbette pek çoktur. Bunları belli birkaç madde
altına sığdırmak mümkün değildir.

Bununla birlikte, bugüne kadar müslümanları huzura erdiren ve onların
kardeş gibi bir arada yaşamalarını sağlayan temel kural Allah’a gerçek
anlamda kul olmaları ve bunun gereklerini yerine getirmeleri olmuştur.
Bu kural, gerçekleştiğinde bundan sonra da müminlerin hem kendi
içlerinde huzuru yakalamalarını hem toplum güzelleşmesini sağlayacaktır.
İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde ve farklı coğrafyalarında
yakalanan mutluluğun kökenlerine inildiğinde, karşımıza hep aynı
temeller çıkacaktır. Bu nedenle, işe önce Allah’a iman etmekle, daha
sonra da bunun gereklerini yerine getirmeye çalışmakla başlamak
gerekmektedir.

Allah’a kul olmak

İnsanın en büyük sorunu hiç şüphe yok ki, yaratılış gayesinden
uzaklaşmasıdır. Kur’an ve Hz. Peygamber s.a.v., insanın yeryüzüne
Allah’a kulluk etmesi için getirildiğini, bu amaçla bir sınava tabi
tutulduğunu belirtmektedir. Bu sınavda insandan istenen temel ödev,
Allah ve Rasulü’ne iman etmesi ve bu ikisini hayatının merkezine alarak
ömrünü sürdürmesidir. Dolayısıyla her şeyin Kur’an ve Sünnet’e uygun
olması istenmektedir.

Kul, Allah ve Rasulü’nün rızasını ve isteklerini hayatının köşesine
doğru ittiğinde, Allah ve Rasulü’nün dışında kalan şeylerin isteklerini
ve beklentilerini karşılamaya yönelir. Bu nedenle de Allah ve Rasulü
gönül dünyasından yavaş yavaş çekilir. Bunların yerini dünya hırsı,
şehvet, tamah, kibir, riya, samimiyetsizlik gibi kötü hasletler almaya
başlar. Bu durum devam ettikçe kul öyle bir noktaya gelir ki, kalbi
Allah ve Rasulü’nün asla razı olmadığı isteklerle dolar, dünya ve onun
sundukları gayesi haline gelir. Dindarlığı sadece sözde kalır,
sözleriyle yaşadığı hayat arasında neredeyse bir bağlantı kalmaz.
Kulluğu Allah’tan başka yöne doğru kayar. Zihnini meşgul eden şeylerin
kulu-kölesi olur.

Kendimize bir soralım: “Biz Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman ettik
mi?” Bu sorunun ardından da Allah’ın buyruklarına ne derece uyduğumuza
bakalım. Sorumuzun cevabını hemen bulacağız. Eğer sonuç bizleri hoşnut
etmediyse, Rabbimiz’e olan imanımızı sorgulayalım; iman etmenin ne
anlama geldiğini ve neleri gerektirdiğini bir düşünelim. Zira iman etmek
sevmek demektir. Sevgilinin isteklerine râm olmaktır. Biz
Yaratıcımız’ın emirlerine râm olabildik mi?

İbadetleri aksatmamak

Farz olan beş vakit namaz, insanın Rabbi ile olan sevgi bağını her dem
canlı tutar. Kul Allah ile olan akdini günde beş kez yenileyerek O’na
olan görevlerini, O’nun kendisinden beklentilerini ve nelerden kaçınması
gerektiğini hatırlar. Namazlardan sonra da ellerini açarak kulluğunu
hakkıyla yerine getirebilmesi için Rabbi’nden yardım talep eder.

Bu insan Rabbi’yle her an iletişim içerisinde olduğundan, her iki vakit
arasındaki hayatını istikamet üzere tutmaya çabalar, helal-haram
çizgisine son derece dikkat eder. Allah Tealâ’nın beyan ettiği gibi: “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan
alıkor.”
(Ankebut, 45)
. Bunun yanında, namazları eda
etmesinin ona verdiği manevi iç huzur, gününü kalbiyle barışık
geçirmesine yardım eder. O gün için hayatının bir parçasının eksik
kalmadığını düşünür.

Namazlarını eda etmeyen kişiye gelince, kulluk akdini her gün
tazelemediği için Rabbi’yle olan irtibatı devamlı surette zayıflar.
Allah’ı adeta hayatından yavaş yavaş dışlar. Bir müddet sonra Allah’a
olan bağlılığı sadece sözde kalır. Bu durum onda büyük bir manevi boşluk
oluşturur. Manevi dayanağı ve sığınağı kalmadığından azgınlaşır, kural
tanımaz olur.

Nafile ibadetlere önem vermek

Biz müslümanlar kulluğun nasıl yapılması ve nelere dikkat edilmesi
gerektiğini Hz. Peygamber’den öğreniyoruz. Zira Hz. Peygamber s.a.v.
Kur’an’ın yaşayan tefsiri idi. O, farz olan hususlar dışında pazartesi
ve perşembe ile yılın belli günlerinde oruç tutuyor, sadaka veriyor,
bazı vakitlerde nafile namazlar kılıyor, umre yapıyordu. Böyle yapmak
suretiyle hem farz olan ibadetlerini tezyin ediyordu hem de bu
ibadetlerle kulluğunu güçlendiriyordu. Farz namazların önünde veya
ardında bizlerin Sünnet olarak adlandırdığı nafile namazları kılması da
böyleydi.

Unutmamak gerekir ki, nafile ibadetler farz olan ibadetlerin daha büyük
bir şevkle yerine getirilmesine hazırlık gibidir. Kul nafilelere devam
ettikçe farz ibadetlerine daha fazla önem verir hale gelir. Allah ile
olan irtibatını nafile ibadetlerle yılın her dilimine yaydığı için imanı
daha kuvvet bulur. Yaratıcısı ile olan bağının sağlam olması nedeniyle
de dünyada karşılaştığı sıkıntılar onu yıkmaz. Kalbi daima huzur
içindedir. Zira o maddi bir karşılık beklemeksizin her zaman Rabbi’ne
yönelmektedir. Allah’a kulluk etmek onda meleke haline gelmiştir. Kulluk
etmekten lezzet aldığından, çok güzel bir müslümanlık sergiler.

Nafile ibadetlerin önemine dikkat çeken Allah Tealâ, bir kudsi hadiste
şöyle buyurur: “Kulumu bana yaklaştıran şeylerin
benim katımda en sevimli olanı, farz kıldığım ibadetlerdir. (Farzlardan
sonra) kulum bana nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben
onu severim. Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören
gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne dilerse, onu
mutlaka veririm; bana sığınırsa onu korurum.”
(Buharî)


Harama ve helale dikkat etmek

Kulluk sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi ibadetlerle
sınırlı değildir. Bunlar çok önemlidir ancak haram ve helale dikkat
etmek de bir o kadar önemlidir. Hiç şüphe yok ki, yaşadığımız dönemde
helale ve harama dikkat etmek önceki dönemlere göre çok daha
zorlaşmıştır. Bu nedenle kulluk da zorlaşmıştır. Gözlerimizin bir harama
takılmasına engel olarak yolda yürümemiz veya bir televizyon haberini
izlememiz neredeyse imkansız hale gelmiştir. Pek çok harama da
istemeden bulaşmaktayız. Ancak durum ne olursa olsun, bütün bu olumsuz
şartlar bizim kulluktan uzak durmamız için bir mazeret olamaz. Sıkıntı
ve zorluk ne kadar fazlaysa, hiç şüphe yok ki ecir de o derece fazla
olacaktır.

Kul, helal ve haram çizgisine dikkat etmez, kendisinin ve ailesinin
midesine inen lokmaların hangi yoldan geldiğini önemsemez, gözleri
sürekli haramda dolaşır, gıybet yaparak tanıdığı herkesin günahını
yüklenir, etrafındaki insanlar tarafından kötü anılırsa; bu kişi Allah’a
kulluğun bir yönünü ihmal ediyor demektir. Esasında böyle bir insanın
farz ibadetlerine özellikle de namazına dikkat etmesi beklenemez.
Bunları yerine getirse bile lezzet alamaz. Hem Allah’ın yasakladığı şeyi
yapacak hem de bir müddet sonra O’nun huzurunda divana durarak “Rabbim
ibadetimi kabul et, beni iyi kullarından eyle” diye yalvaracak.
Düşünebiliyor musunuz, hem oruç tutuyor hem de o anda bir müslümanın
gıybetini yapıyor veya alışverişinde hile yapıyor, dürüst davranmıyor.
Aynı anda hem Allah’a ibadet hem de isyan ediyor.

Bu nedenle harama ve helale dikkat etmeyen insanların ibadetlerden
manevî haz almaları beklenemez, ibadetleri sadece şekildedir,
görünüştedir. Ayrıca bu insanlar yaşamları tamamen çelişkilerle dolu
olduğundan huzurdan da uzaktırlar. İçlerinde sürekli bir çatışma
yaşarlar; kalpleri, iğneleniyormuşçasına devamlı tedirgindir. Ne
kulluktan uzak kalabilmektedirler, ne de haramlara dalmaktan..

. Esasında ifa ettikleri ibadetlerin Allah katında tam olarak
karşılığını bulmadığını da bilmektedirler. Bunun hem kendilerini ibadete
veremeyişlerinden hem de ibadetlerini haramlarla kuşatmalarından
kaynaklandığının farkındadırlar. Bir evi soyan hırsızın, “aman yatsı
namazını kaçırmayayım” diyerek çaldığı eşyaları bir kenara koyarak
namaza durması gibi...

Allah’ın yasakladığı haramları işledikten sonra namaza durmanın veya
diğer farz olan ibadetleri yerine getirmenin bu misaldekinden hiç farkı
yoktur. Hatta haram helal dinlemeden sadece para kazanmaya bakan bir
insanın bu parayla hacca gitmesi, Kâbe’de Rabbin huzurunda durarak
ibadetini kabul etmesi için yalvarması ne derece makuldür?

Bu insanların imanlarını kontrol etmeleri ve gerçekten iman etmeleri
gerektiği gibi, kulluğu sadece farz ibadetlerin ifasına indirgememeleri
gerekir. Böyle yapmadıkları takdirde ise, kalpleriyle ve bildikleriyle
barışık olmayan, gelgitli ve çelişkilerle dolu bir hayatı yaşamaya
mahkum olacaklardır. Böyle bir hayatın onlara mutluluk getirmeyeceği
aşikardır.

Hz. Peygamber s.a.v. bu hususta “Helal nafaka
aramak her müslümana farzdır.”
buyurmuştur

(Kenzü’l-Ummâl)
. Bir diğer hadislerinde de çelişkili hayat süren
müslümanın durumunu şu misalle açıklar:

“Bir kimse (hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza
toprağa bulanmış bir halde ellerini semaya uzatarak ‘ya rabbi, ya rabbi’
diye dua eder. Halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram.
Haram ile beslenmiş olursa böylesinin duası nasıl kabul edilir?”

(Müslim)


Aynı hususa dikkat çeken Abdullah b. Ömer “Namaz kılmaktan yay gibi,
oruç tutmaktan (zayıf düşüp) çöp gibi olsanız da haram ve şüpheli
şeylerden kaçınmazsanız, Allah o ibadetleri kabul etmez.”
derken,
İbrahim b. Ethem de “Kemale erenler, ancak midelerine gireni kontrol
etmekle kemale erebilmişlerdir.”
diyerek aynı gerçeğe vurgu
yapmıştır.

Kaybolan kanaat duygusunu kuşanmak

“Hale rıza duygusu”nu kaybeden insan müthiş bir açlık içine düşer.
Hiçbir şeyden doymaz. Ne kadar maddi servete sahip olursa olsun hep daha
fazlasını elde etmek için kendisini paralar. Bu, insanın servetini
artırmasının ötesinde bir durumdur. Gözleri sadece maddeyi görür ve her
şeyi buna göre ayarlar. İnsanlarla olan ilişkilerinden tutun da yaptığı
hayırlarda bile maddi gücünü artırmayı ve etrafındakiler nezdindeki
itibarını sağlamlaştırmayı hedefler.

Bu insan sürekli olarak kendisini etrafındakilerle kıyas eder.
Başkalarının sahip oldukları içini kemirir. Kendisinde yoksa ruhu
daralır. Birine komşuluğa gittiğinde gözü arabasında, mobilyalarda ve
diğer eşyalardadır. Çocuklarının başarılarını da başkalarının
çocuklarıyla kıyas eder. Haline şükretmek yerine etrafıyla yarışmayı
kendisine yol seçince, diğer evlerdeki başarılar veya maddi imkanların
artması onun evi için huzursuzluk kaynağı olur. Haset ve çekememezlik
onu yer bitirir.

Oysa Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurmuşlardı: “Kanaat
tükenmeyen bir maldır.”
(Taberanî),
“Gerçek
zenginlik mal çokluğu değil, gönül zenginliğidir.” (İbn
Mace)
ve “İslâm ile hidayet bulan,
yetecek kadar rızkı verilen ve buna kanaat eden kimse felaha ermiştir.”

(İbn Mace).

Güzel ortamlara yakın durmak


İslâm birlikte yaşanması gereken bir dindir. Kişi ne kadar iyi müslüman
olursa olsun, toplumda var olan kötülüklerden etkilenmeye ve
değerlerinden uzaklaşmaya her an meyyaldir.

Bu yüzden kendi başına bırakılmayacak kadar değerlidir. Yurtdışına
çalışmaya giden veya şehir dışına çıkan insanların, kendilerini kollayıp
gözetecekleri güzel ortamlar olmadığı zaman, çok çabuk bir şekilde
değerlerinden uzaklaştıklarını görmemiz mümkündür.

Özellikle üniversite okumak veya çalışmak üzere başka şehirlere giden
gençlerin, kendilerini kuşatacak güzel bir ortam bulamamaları durumunda,
memleketlerine çok farklı bir insan olarak döndükleri olmaktadır.

Netice itibarıyla, kötülüklerin fazla yer aldığı bir toplumda insanın
tek başına kendisini etkilerden koruyabilmesi, buna ilaveten arkadaşlık
yaptığı kimseleri güzelliğe doğru çekebilmesi çok zordur. Zira kendisi
de zaafları olan birisidir. Bu nedenle, adı ne konursa konsun, insanın
kendisini kontrol edecek, kalbindeki ahlâkî meziyetleri her zaman canlı
tutacak, Allah ile olan bağını asla koparmayacak bir topluluğa
ihtiyacı vardır.

Böylesi bir topluluktan kopan ve toplum içinde savrulup duran bir
insanın iç huzurunu yakalayabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir.
Allah Tealâ bunun önemine dikkat çekmektedir: “Ey
iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak
müslümanlar olarak can verin. Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a)
sımsıkı yapışın; parçalanmayın.”
(Âl-i İmran, 102-3).


Hz. Peygamber s.a.v. de çeşitli hadislerinde aynı hususa vurgu
yapmaktadır: “Bir arada olun. Çünkü Allah’ın
yardımı birlikte olanlaradır.”
(Taberanî)
, “İslâm topluluğundan ayrılmayın. Ayrılıktan zinhar
sakının. Çünkü şeytan yalnız kalanla beraberdir ve (birlik olan) iki
kişiden uzakta durur. Her kim, cennetin mutena yerini istiyorsa
müslümanlar topluluğundan ayrılmasın.”
(Tirmizî)
ve “Allah benim ümmetimi dalalet üzerinde biraraya getirmez.
Allah’ın yardımı birlikte olanlaradır. Kim müslümanlar topluluğundan
ayrı düşerse, şüphesiz cehenneme doğru yol tutar.”
(Tirmizî)


Huzuru bulmanın anahtarı


İnsanı yaratan Allah olduğundan dolayı, kulun kalbinin huzuru hangi
yolla yakalayacağını en iyi o bilmektedir. Gönderdiği son elçiyle de
bunun pratik yaşamda nasıl gerçekleşeceğini somut bir örnekle insanlığa
göstermiştir. Bu nedenle, insan yaşadığı hayattan lezzet almak,
mutluluğu yakalamak, en sıkıntılı anında bile Allah’a olan yakınlığından
güç alarak ayakta kalmak istiyorsa, Rabbi’ne dönmekten başka çıkar
yolu yoktur.

Kendisini yaratandan kaçan ve bu Yüce Yaratıcı’nın Rasulü’nün
önderliğinde sunduğu hayat rehberliğinden uzaklaşan insan, kendisinden,
özünden ve değerlerinden uzaklaşmış insandır.

O bir boşluktadır. Böyle bir insan ne kadar zengin olursa olsun, ne
kadar büyük makamlara gelirse gelsin huzuru asla yakalayamayacaktır.
İnsanların önüne çıktığında sergilediği sahte gülüşün ardında her zaman
için bir sıkıntı, doyumsuzluk ve huzuru bulamamanın verdiği iç
burkuntusu olacaktır.

Karşılaştığı sıkıntılar karşısında derdini Rabbi’ne arz edip, ona
sığınıp gözyaşı dökemeyeceğinden, keza tevekkül ve kader anlayışını
kaybettiğinden dolayı, karşılaştığı her bir sıkıntı belinin biraz daha
bükülmesine neden olacak, belki maddi olarak çok güçlenecek ancak gönül
sükunetini bir türlü bulamayacaktır. Bu nedenle, içinde bulunduğumuz
mübarek Ramazan ayını da fırsat bilerek işe kendimizi düzeltmekle
başlamalıyız.

Yaşadığımız şunca ömrün bizlere ahiret sermayesi olarak fazla bir şey
kazandırmadığının farkındayız. Eğer Allah’ın rahmet ve merhameti olmazsa
ahiretimizin hiç de iyi olmayacağını tahmin edebiliyoruz. Her şey bir
yana, sürdüğümüz bunca ömür boyunca gerçek anlamda huzuru bir türlü
bulamadık. Geçirdiğimiz yıllara baktığımızda kulluğumuzu belki belli bir
oranda yerine getirmeye çalıştık, ancak bu arada çok yanlışlarımız
oldu.

Helal ile harama arkadaşlık yaptırdık. Bir o tarafa bir bu tarafa
meylettik. Hep gelgitlerimiz oldu. Tevbelerimize fazla bağlı kalamadık.
Arkadaş çevremizden ve kendi nefsimizden kaynaklanan nedenlerden ötürü
doğru düzgün bir kulluk sergileyemedik.

Atılacak ilk adım nedir diye soracak olursanız, bunun cevabı basittir.
Önce içten bir tevbe edelim. Ardından da İslâm’ı kendi başımıza yaşama
kahramanlığından vaz geçelim. Bizler hayatımızı istikamet üzere devam
ettirecek güzel bir arkadaş topluluğuna muhtacız.

Bunu yapabilirsek, hayatı Allah ve Rasulü’nün istediği gibi devam
ettirmek bundan sonra çok daha kolay olacaktır. Bu gerçekleştiğinde ise,
hem Rabbimiz’e ibadet etmenin hazzını tadacağız, hem de helal ve
harama dikkat ederek yaşayacağımız için yastığa başımızı koyduğumuzda
hemen uykuya dalacağız.

Unutmamak gerekir ki, huzur bize dışarıdan enjekte edilecek bir şifa
değildir. Huzuru inşa edecek olan da, onu hayatına hakim kılacak olan
da, ondan güç alacak olan da biziz. Onun inşasına başlanacak olan yer
ise kalbimizdir. Önce kalbimizi ıslah edelim. O ıslah olduktan sonra,
işlerimiz de kolaylaşır, huzuru da buluruz.

ALINTIDIR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Bunalımdan Huzura
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: İslam ve İnsan-
Buraya geçin: