hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Dokuz Yüz Katlı İnsan

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Dokuz Yüz Katlı İnsan 2duy3hj

Dokuz Yüz Katlı İnsan Empty
MesajKonu: Dokuz Yüz Katlı İnsan   Dokuz Yüz Katlı İnsan EmptyPtsi Tem. 12, 2010 9:57 am

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
“A güzelim yoldaşım, sen alelade tek bir adam değilsin ki. Sen bir
alemsin,sen bir derin denizsin. O senin muazzam varlığın yok mu, O belki
dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce
alem o denize gark olur gider. “
( Mesnevi’den…)
Hayatımızda zaman zaman çok şiddetli med-cezirler yaşarız. Bu
dalgalanmalar çoğunlukla doğum sancısı gibi yeni duruşlar, yeni
varoluşlarla birlikte yeni sorular da yaratır. Ayşe Şasa’nın, anılarında
anlattığı bir şey vardır. Ayşe Şasa, şizofreniden muzdarip hastane
odasında yatıyor ve derin acılar çekiyorken, kimliği belirsiz biri
tarafından masasının ucuna Fusus’ul Hikem’in bırakıldığını ve bunun
,kendi hayatını kurtardığından bahseder. Leyla İpekçi de, 6-7 ay önce,
bana Mustafa Merter’in Kaknüs yayınlarından çıkan ” Dokuz
Yüz Katlı İnsan”
adlı kitabını önermişti. Kitabı o ilk okumamdan
sonra da çok beğenmiştim, ancak şu sıralar tekrar okudum ve kitap
hakkında o sıralar yazdığım bir yorum yazısını tekrar revize edip
göndermek istedim, büyük bir istekle.
Mustafa Merter, uzun yıllar yurt dışında psikiyatristlik yapmış ancak
kabına sığamamış bir yolcu. Bana Rene Guenon’un yolculuğunu hatırlatır
şekilde, hayatını anlamlandırmak, kendisini tanımak, huzur bulmak için
oldukça fazla şey deneyimlemiş. 10 yıldan fazla meditasyonla uğraşmış,
hatta bu konuda usta seviyesine gelmiş ve sonunda da İslam Tasavvufu ile
tanışıp hayatına ve psikiyatristlik anlayışına yepyeni bir yol çizmiş
birisi. Çoğumuzda olduğu gibi hayatında çok yoğun depresyonlar, kaçışlar
yaşamış. Kitap, aslında Mustafa Merter’in kendi iç yolculuğunu
psikiyatrinin ve psikolojinin insanla ilgili arayışlarıyla yoğurduğu
oldukça samimi bir iç döküş olmuş.
Kitap, Sigmund Freud’dan Jung’a; Adler’den Anna Freud’a; Melanie
Klein’dan Karen Horney’e; William James’den Abraham Maslow’a; Charles
Tart’tan Kevin Wilber’e ; Irving Yalom’dan Erich Fromm’a psikolojinin
ve psikiyatrinin hemen hemen tüm ana ekollerinin yorumlu bir özetiyle
başlıyor. Batı psikoloji ekollerinin kapsamlı özetiyle birlikte bu
ekollerin insanı anlamada ve psikiyatrik rahatsızlıkları tedavi etmede
katkıları ile birlikte yetersizlikleri de sorgulanıyor.
Batı Medeniyetiyle ilgili yaptığı yorumlarda , batı medeniyetinin ve bu
medeniyetin, sonuçlarını dünyanın tümüne sirayet ettirdiği zihniyetinin
derinlemesine bir analizi yapılıyor ve bu medeniyetin kendi çöküş
sürecini hazırlayan zihniyeti adeta bir sufi gözüyle sorgulanıyor.
Sadece sorgulama değil, aynı zamanda temelini, doğu irfanında,
tasavvufta ; Mevlana’da, İbni Arabi’de bulan zihniyetin çözüm için
neler yapabileceği anlatılmaya çalışılıyor.
” Batı
dünyasına ritm veren psikoloji binası şu temeller üstüne kurulmuştur:

İnsanın aslı kötülük ve kaostan ibarettir.
İnsan diğer insanlardan apayrı bir varlıktır,aidiyet duygusu
yoktur,insanlar arasında görünmez duvarlar söz konusudur.

Her insan kendi evrenin yıldızıdır.
Bu dar görüş ritm veren bir paradigma olarak sadece sosyal bilimlere
değil, tüm bilimlere yansıdı ve içinde yaşadığımız dünyayı oluşturdu.
Yukarıda sözü edilen ,insanın şerefini kurtarma çabaları,insancıl ve
benötesi psikoloji ekolleri ,toplumun gidişatını etkileme açısında
kısmen marjinal kalarak pratiğe aktarılamadı.

Başlangıçta Batı psikoloji bilimi, nefs kategorilerini tanımadığı
için insanın sadece nefs-i emmare’den ibaret olduğunu sanmıştı. Nefs-i
emmare’nin şehvani yönünün tatmin edilmesi ve özgürce yaşanması ile
insanın daha mutlu olacağına inanıldı ama sonuç ne yazık ki tam tersini
gösterdi. Daha sonraları ortaya çıkan benötesi ekolü,insanın kim
olduğunu fark etmeye başladıysa da ontolojik “yükselmenin”
metodolojisini oluşturamayarak nefs-i emmareyi cilalamaya devam etti.

Freud’dan sonra geliştirilen benötesi ekolü dahil, tüm psikoloji
ekollerinin ortak noktası , son tahlilde nefsin alt katmanlarına ışık
tutmaları , yani nefs-i emmarenin arzularını tatmin etmeleridir. Böylece
narsisist-bencil varoluş tarzı hem onaylanmış hem de teşvik edilmiş
olur. İnsan hep daha fazla ‘almaya’ teşvik edilir ve ‘vermenin’ almaktan
sonra geldiği vurgulanır. Böylesi bir hedonist akıntıya kapılan insan,
verici olmayı bir türlü benimseyemez ve narsisizm\özseverlik hastalığı
toplumu sarar. “

İnsan bilincinin ve nefsinin derinlemesine bir analizini
yapan Merter, tasavvuftaki nefs mertebeleriyle psikolojinin bilinç ve
bilinç altı ilişkileri arasında ilişki kurar. Batı psikolojisi nefsin
üst katmanlarında habersiz olduğu için yazarın tabiriyle sonsuz
yükseklikte insan gökdeleninin sadece bodrum katındaki nefs-i emmare ile
ilgilenir. Ancak insan ,yaratılışında metafizik yükselmeye zorunlu bir
varlık olduğu için, aynı nefs katmanında kalması onda sıkıntı,kaygı,ölüm
korkusu gibi çağın sorunlarını yaratır.
Mevlana’nın sazlıktan kopup, anayurdundan kopan Ney’in ağlaması
metaforu benzeri Merter de Wilber’in okyanustan kopan ama okyanusun tüm
bilgisine sahip olan “damla” metaforunu kullanır. Damla okyanusa
kavuşmak ister . Allah’ın isimleri kainatta tecelli eder. Eşyada
Allah’ın sadece bir belirli isimleri tecelli ederken, İnsan’da Allah’ın
tüm isimleri tecelli eder. O isimlerden istediği karışımı yaparak bir
kakafoni ya da bir senfoni yapmak insanın kendisine düşer. İşte tam da
bu anlamıyla insan Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve “eşref-i
mahlukat”tır.
” Bana en zor gelen , diğer insanlara göre
ayrıcalıklı bir varlık olduğum kanısını terk etmekti (bunun için hala
uğraşıyorum) ! Senelerce uyguladığım meditasyon teknikleri sonrasında
farkına varmadan içimde enaniyet\manevi bir narsisizm oluşmuş, ortaya
çıkan hallerin ve ışığın kendimden kaynaklandığını sanmaya başlamıştım.
Tevazu gibi görünen bütün davranışlarımın altında gizli bir gurur
yatıyordu. “

Yolda olan , samimi olarak ontolojik yükselme peşinde olan,
o kapıyı hep açık bırakan bir insanın samimi itiraflarını da okuyoruz
kitapta.
” Bu aşamadan sonra ego ve nefse yani
psikosomatik varlığımıza sürekli yeni roller, yeni kılıflar biçilir ve
böylece egonun ‘hayat projesi’ başlatılır. Ana hatlarıyla bu proje
,damlanın acizliğini ve sonluluğunu hatırlatacak tüm işaretlereden
kaçınmayı öngörür. ‘ben ve o’ diyerek mekanı oluşturduktan sonra,
dünyevi zamanın nasıl zuhur ettiğinden bahsetmiştik. Geçicilik
bilincimizde biriktirdiği hatıralar ,zamanın aslında olmayan öncesini ;
ölümden kaçmak için türettiğimiz günlük arzu, istek ve eğilimlerimiz ise
tasavvur ettiğimiz zamanın sonrasını oluştururlar. Böylelikle suni bir
şekilde hayaller üzerine kurulu bir zaman kavramı ortaya çıkmış olur…

Özetlersek ,ego ve nefs ‘iniş sırasında gittikçe tevhid şuurunun
kapısı olan ‘an ‘ bilincinden biraz daha kopar. Yapısını oluşturmak için
geçmişi bu anın üzerine bindirir (bugünü geçmiş haritasına zoraki
uygular) , yok olmaktan korktuğu için de hep geleceği tasarlar. “

İnsan gökdeleninde üst katlara çıkarak aslında sırların
sırrı “Can”a yaklaşırız.
” Can’ın gölgesi olmazmış!
Bildiğimiz gibi ışığa karşı durursak arkamızda bir gölge oluşur ve o
gölge sürekli bizi takip eder.! Işığa doğru yürürsek gölgeyi göremeyiz,
ama ışığın tersine gidersek gölge hep karşımızdadır. Gel seni
yakalayayım deyip üstüne atlasak başaramayız. Peki sen gerçekten var
mısın ,yok musun desek, bize gülümser ve ‘bu sana bağlı,hem varım hem
yokum”

Kitapta bu kısmı okuyunca irkildim. Gölgeler Jung
psikolojisinde bizim en alt katta yaşayan ve ne zaman ortaya çıkacağı
belli olamayan karanlık taraflarımız. Bunların çıkıp çıkacağı bizim
ışıkla olan konumumuza bağlı değil mi? Biz başka insanlarla da
ilişkimizde yazarın da dediği gibi, bulunduğumuz ontolojik konuma göre
kendi nefsimizin gölgelerini karşımızdakine yansıtıyoruz çoğunlukla.
Bundan kurtulmanın ve eşyanın ve insanın hakikatini görebilmenin yolu
ise mutlaka ontolojik olarak nefs kademelerinde yükselmekten geçiyor.
Bunu İbni Arabi’nin Fusus’ta geçen bir örneklemesinden hareketle
“nefesini tutan insan” metaforuyla açıklamaya çalışmış Merter. Nefesini
vermeden öylece bekleyen insan nasıl bir sıkıntı, daralma ve boğulma
duyuyorsa, ontolojik olarak aynı nefs katında duran insan da aynı
sıkıntıya sahip oluyor. Bunu çözmenin yolu bizi “yükseltecek” yolları
bulmaktan geçiyor. İbni Arabi bu örneği “Ayan-ı sabite”nin görünen maddi
dünyanın eşyası haline gelme zorunluluğunu anlatmak için kullanıyordu.
İnsan da aslında bu bağlamdan bakınca ontolojik yükselmeye zorunlu bir
varlık, aksi takdirde ne yaparsa yapsın huzuru, mutluluğu ve yazarın
deyimiyle “latif duyguları” bulamayacaktır ve ölüm korkusu, kaygı,
daralma, korku gibi dertlerden muzdarip olacaktır. Merter’e göre insan
bilinçli ya da bilinçsiz programlandığı yaratılış icabı “okyanusa”
erişmek yani ontolojik olarak yükselmek isteğiyle donatılı.

Nefs binasının katlarından yukarılara doğru çıkarken eşya ve insan
müşahede vasıtasıyla ,alt katların çok ötesinde deruni bir zenginliğe
mazhar olur. Bu zenginlik,sadece sınırların kalkması ve özlerin
birliğinden ibaret değildir. Bir de bu deruni hakikatin her an değişimi
,daha güzele doğru tekamülü söz konusudur…ölüm denilen hadise de daha
ziyade alt katların sorunudur…ölmeden evvel ölmek varsa ölen kim yaşayan
kim? “

“Başımıza gelen belaların rüzgarı çok sert esmede ,
ömrümüzün mumu ise sönmek üzere; çabuk olalım, çabuk davranalık da
ömrümüzün mumundan başka bir mum uyandıralım. O iki mumdan birini rüzgar
söndürürse bari öteki mumla devam edelim. Biz de hayatın sırrına eren
arif gibi yapalım: Arif bu noksan ve hatalarla dolu beden mumundan ,
beden gibi kör bir kandilden kurtulmak için gönül kandilini uyandırır.
Biz de öyle yapalım da günün birinde bu kandil ansızın sönerse, onun
yerine can kandili koyalım,can kandilini uyandıralım.”
(Mesnevi’den)

Arzular ve istekler girdabına kapılmış insan , bu yatay alandaki
arayışının bedelini çok ağır öder. Eğer dikey boyutuyla temas edemezse
farkına varmadan nefs katlarında bir iniş başlar. Bu iniş beraberinde
karanlık ve ontolojik daralma duygusunu getirir. Kaygı ve öfke artar.
İnsan kendi kendisini hapsetmiş olur. Bu anlatılanlar tüm büyük dinlerin
insanlığa tebliğ ettiği genel ilkelerdir. Önerilen çözümler de aynıdır
aslında. İnsanlar alan varoluş konumundan ,veren varoluş konumuna
geçmeye teşvik edilirler. Bu suretle inişin biteceği, yükselişin
başlayacağı müjdelenir. “

Psikolojiyle veya tasavufla ilgilenmiş, bu konularda
kitaplar okumuş insanlar için de hayat değiştirmeye namzet bir kitap
“dokuz yüz katlı insan” . Psikanaliz medeniyeti ( ya da prozac toplumu)
haline gelmiş çürümeye yüz tutmuş batı medeniyetinin kapsamlı bir
analizi ve doğu ve İslam irfanının bu çürümüşlüğü düzeltmeye namzet
olduğu gerçeğini daha iyi kavrıyoruz kitapta. Mevlana’dan, İbni
Arabi’den ve diğer tasavvuf büyüklerinden örneklerle ve Kur’an
ayetleriyle yoğrulmuş bu kitap ne tek başına bir tasavvuf kitabı, ne tek
başına bir psikoloji kitabı. Aslında insan üzerine bir kitap. Bu yüzden
hepimizin kendi aynamıza daha temiz bir şekilde bakabilmemize vesile
olacağını düşünüyorum. Karşılaştırmalı niteliği, daha önce kapsamlı
psikoloji ,felsefe ve tasavvuf okumuş insanlar için de çok değerli bir
hazine haline getiriyor kitabı. Jung’un “arketip” kavramıyla İbni
Arabi’nin “ayanı sabite”sinin benzerliklerini ve farklarını daha bir net
görebiliyorsunuz; Freud’un “id”i ve Jung’un “gölgeleri” veya “persona”
kavramı ile nefs-i emmareyi ( ve nefs-i şehvani’yi ) karşılaştırma
şansı buluyorsunuz. Nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmaine,
nefs-i raziye, nefs-i kamile gibi veya fena ve beka gibi tasavvufi
kavramları bilenler için bile bu kavramlara getirdiği metaforik,
sembolik ve psikolojik içerikli açılımlar kitabı benim okuduğum kitaplar
içinde benzersiz hale getiriyor. Genelde batı psikolojisinin temel
kitaplarını okurken , çoğunun insan ruhunu tanımakta yetersiz olduğunu
düşünen birisi olarak ( belki Jung , varoluşçu psikoterapistlerden Yalom
ve Rollo May’in kitapları biraz içine çekebilmişti ) , James’den, Tart
ve Wilber’de devam eden ben-ötesi psikolojinin içinde barındırdığı
kapasitesine ikna olduğumu söyleyebilirim. Özellikle tasavvufun bu
psikolojiye katacağı çok şey olacaktır. Yazara sırf bu yüzden bile
teşekkür etmeli bence. Kitap sanırım uzun yıllar ,içime sıkıntı
geldiğinde, kaygı duyuğumda tekrar tekrar okuyacağım bir başucu kitabı
haline gelecek. Şimdiden içimde yaratmaya başladığı sükunet ve huzur
hissini düşününce…
Tasavvuftan oldukça nasiplendiği belli olan Mustafa Merter’in , kitabın
sonunda Kaliforniya Sendromu adını verdiği ve - bana göre de -
modern çağların en büyük hastalığı için bazı analiz ve önerileri de var.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Dokuz Yüz Katlı İnsan
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İnsan İskeletindeki Kemik Sayısı – İnsan İskeletinde Kaç Kemik Vardır
» 8 katlı binanın balkonundan düşmekten,kulakları sayesinde kurtuldu
» Aç insan görmek
» Her insan 120 yıl yaşayabilir
» En Şanslı İnsan

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: İslam ve İnsan-
Buraya geçin: