hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM 2duy3hj

KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM Empty
MesajKonu: KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM   KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM EmptyPaz Mayıs 23, 2010 5:12 am

Çağdaş sömürü günümüzde evrensel
diye nitelenen ve şu kavramlarla
özetlenebilecek hayat tarzının
ihracıyla, insanlığa benimsetilmesiyle
gerçekleşmektedir: Demokrasi,
bireysel özgürlük, liberalizm (serbest
piyasa ekonomisi, yani
zayıfın(sömürülen milletlerin) güçlüye karşı
korunmadığı), çağdaş yaşam
veya modernizm, hümanizm, konforizm.
Hızlı
ve güdümlü kültür değişimi batı teknolojisinin ürünü olan her
malı
kolaylıkla tüketebilmeye yatkın ve üstelik istekli standart
insan
yığınları oluşturmayı hedeflemektedir. Batının amacı, bütün
dünyayı bir
pazar haline getirebilmektir.

Bireysel özgürlük
ve konforizm dünyevi
nimetlerden zevk ve lezzet alma esasına dayalı
bir yaşama tarzını ifade
etmektedir. Dünyayı amaç edinen, hep daha
iyisini ve fazlasını tüketme
hevesi olan, mutluluğun ölçüsünü sahip
olunan maddiyat miktarına ve
tüketim miktarına göre belirleyen bir
hayat tarzı. Bu hayat tarzının en
belirleyici sonucu olarak önce ve
sadece kendini düşünen menfaatine
göre hareket eden insanların
yetişmesidir. Bu da toplumlardaki birlik
ve beraberliğin yıkılışı,
geri gelmez şekilde kayboluşu demektir.
Bu
sonuç tam
sömürgecilerin isteği şey. Böyle insanlardan oluşan toplumlar
batılı
ürünlerin sürekli ve hevesli müşterileri. Çünkü bir defa alınıp
bozuluncaya,
bitinceye, eskiyinceye kadar kullanmak yerine zevk ve
hevesinin
peşinde, pazara sürekli sürülen ürünlerin daha iyisini,
güzelini,
prestijlisini almak, sürekli satın almak, yani sürekli
üreticilere
kazandırmak, lüzumsuz yere günler, aylar süren emeklerin
batılıların
hizmetine sunulması, birikimlerin ve kaynakların batıya
aktarılması,
yani modern sömürü.
Netice:
Teknolojik seyri belirleyen ve
üretimi yapan, satan ve daha da
zenginleşen sömürgeciler,
heveslerinin peşinde sürüklenen, en son
teknolojik üretimleri
kullanarak modern yaşadığını, mutlu olduğunu
sanan, ama gerçekte
kullandığı teknolojiyi üretemeyen, sözde modern,
gerçekte hem
ülkesinin hammadde kaynakları hem kendi emeği sömürülen
insanlar … Ve
kendi nefislerinin hoşuna giden ileri teknolojiyi üreten
milletlere
hayran, onların üstün, erişilmez, en doğru düşünen, saygı
duyulması
gereken ve kazançlarını (doğru ifadesi sömürülerini) haklı
bulan yani
onları efendi, onlardan olmayanları hizmetkar gören zavallı
ve köle
olan insan yığınları… hem de azad kabul etmez köleler…
Çünkü köle
olduğunun farkında olmadığı için bu durumdan hiçbir zaman
kurtulamayacak
olan talihsiz zavallılar..

Liberalizm,
rekabetçilik,
açık ekonomi gibi kapitalizmin düsturları şartlar eşit
olmadığı için
hep sömürgeci ülkelerin şirketleri lehine işleyen
kavramlardır. Bu
kavramlar ülkelere girişi kolaylaştırmaktadır. Çünkü
kendileri ileri
teknoloji ve yüksek sermaye gücü ile henüz filizlenme
aşamasındaki
diğer ülke şirketlerini, kuruluşlarını yutmaktadır. Tavşan
ile
kaplumbağanın yarışının sonucu eşit şartlarda bellidir…


Batılıların ülkeleri
sömürmedeki başka bir yöntemi de sözde
düşük olan faizle kendi
kontrollerinde olan dünya bankası, IMF gibi
kuruluşlar aracılığıyla
borç vermek. Fakat enteresan bir durum faizle
borç alarak belini
doğrultan, gelişen bir ülke yok. Sonuçta borç
miktarları artar, o kadar
ki faizi bile büyük meblağlar tutar. Yani
ülkelerin kaynakları,
insanların emekleri faiz yoluyla sömürülür,
batıya akıtılır. Ülke
insanları ise kemer sıkma, mali disiplin gibi
isimlendirmelerle
sefalete mahkum edilir. Ülke insanlarının
emeklerinin sonucu olarak
işçiye, memura, köylüye, emekliye verilmesi
geren paralar faiz yoluyla
sömürgecilere akıtılır. Sömürünün anlamı
bu değil de nedir?! Böylece
ülkeler hiçbir zaman bellerini
doğrultamaz. Yaşamak için çalışmaya
aslında Batılı efendilerine
hizmet için çalışmaya devam ederler. Bu
hizmetlerine karşılık
yaşayacak kadar karşılık alırlar. Yaşasınlar ki
hizmete devam
etsinler!!!


Emperyalistler
matbaada renklendirdikleri
kağıtları (para!) öyle bir kullanırlar ki
istedikleri ülkelerin
ekonomilerini altüst edebilirler. Büyük sermaye
birikimine sahip
(önce dünyayı sömürerek, sonra matbaada kağıt basarak
elde ettikleri
birikim) bu ülkeler, menfaatleri icabı büyük miktarlarda
parayı bir
ülkeye sokarak veya paralarını çekerek o ülke parasının
değerini
aşırı yükseltir veya düşürürler. Böylece birinci durumda
maliyetleri
artan yerli üretim küresel üretimlerle rekabet edemez.
İkinci durumda
üretilen ürünlerin değeri çok düşük kalacağı için
üretimler yani
emekler bedavaya dışarıya gider. Birinci durum milli
şirketleri
iflasa sürükler. İkinci durum ülke kaynaklarının, özellikle
emperyalistlerin
ihtiyacı olan hammadde kaynaklarının ve tarım
ürünlerinin çok ucuza
dışarıya gitmesi anlamına gelir. Yani modern
sömürü. On liraya alınan
bir hammadde işlenip tekrar bize üç yüz, beş
yüz hatta bin liraya
satılır. Halbuki maliyet belki yirmi olmuştur
belki otuz. Bu da
modern sömürünün bir başka yoludur.
Kağıt
para belki de
emperyalistleri güçlü yapan en önemli unsur olmuştur.
Çünkü paraları
dünyada kabul gördüğü için ihtiyaç duyduklarında basıp
bu ihtiyacı
karşılarlar. Hatta birkaç kişinin birkaç hafta çalışarak
bastığı
kağıt para ile bir ülkeyi bile satın alabilirler. Dikkat
edilsin
birkaç kişinin kısa ve zahmetsiz çalışmasıyla belki milyonlarca
kişinin
aylar, yıllar süren emeği ele geçirilmiş oluyor. Bu çok korkunç
bir
durum… İnsanların modern yoldan nasıl köleleştirildiğini gösteren
acı
bir gerçek. Bu yüzden hatta kendi içlerinden vicdanlı bir kişinin
itirafıyla
kağıt paraya şeytan icadı demek gerekir. Bu sebepten
sömürgecilerin
en korktukları şeylerden biri dünya ticaretinin kendi
para
birimleriyle yapılmaması, kendi para birimlerinin boykot edilmesi.
Bu
onlar için tam bir yıkım olur. Böyle bir düşünce daha filizlenme
aşamasındayken
üzerine gidilerek yok edilmeye çalışılır. Dünya
ticaretinin güçlü
ülkelerin parasıyla yapılması mecburiyetten
kaynaklanıyor. Çünkü her
ülke başka ülkelerle ticaret yapmak zorunda.
Bunun için de ortak para
olması lazım. Eskiden altın para herkesin
kabulüydü. Fakat dünya
ticaret hacmi 1970li yıllrdan sonra aşırı
artınca piyasadaki altın
miktarıyla bunu yapılması zorlaştı. Ortak bir
karar da alınamadığı
için teknolojik ve askeri bakımdan hakim ülkeler,n
parası uluslar
arası ticarette kullanılmaya başlandı. Böylece her
ülkenin kendi
üretim gücü oranında basması gereken parayı bu ülkeler
basmaya
başladı. Yani büyük gelirler elde edildi ve edilmekte. Bu
yüzden
kendileri menfaatleri doğrultusunda bütün dünyaya yetecek kadar
para
basarken diğer ülkelere enflasyona sebep olur safsatasıyla para
bastırmamaya
çalışırlar. Halbuki para insan gücünün ekonomik üretime
katılması
için bir araç durumundadır. Piyasadaki yetersiz para yeni iş
imkanlarının
kurulmasını engeller. İşsizlik nüfus artışına göre artar.

Bu
çağdaş
sömürünün aktörleri batılı büyük şirket ve holding sahipleridir.
Bu
yüzden batılı devletler her zaman kendi şirketlerinin pazar
paylarının
muhafazasını isterler. Başka ülkelerde özellikle ileri
teknoloji
üretip kendilerine rakip olabilecek bir yapılanmayı
istemezler. Zor
şartlar altında büyük emeklerle kurulup zamanla büyüyen
yerli
şirketler, piyasa fiyatının çok üstünde verilen teklifler gibi
kapitalizmin
çeşitli söylemleriyle satın alınır. Kendilerine rakip
olabilecek
şirketler böylece rakip olmaktan çıkar. Kendilerinin
hizmetine girer.
Amaç, kar marjı çok yüksek, ileri teknoloji veya
stratejik üretim
tesislerinin kendilerinde olması, küçük ve kendi asıl
üretimlerine
ara mal veya hammadde üreten yani kendilerine hizmet eden,
karşılığında
da hizmetçilik bedeli kadar yani yaşayacak kadar kazanç
sağlayan
küçük firmaların ise yerli aktörlerde olması. Çünkü tersi bir
durum o
ülkeleri de kendi seviyelerine çıkaracaktır. Yani dünya
kaynaklarını
sömürmede kendilerine ortak. Şimdiye kadar bu küresel
sermaye ve
büyük şirketlerin haksız rekabet ve kazançlarına karşı milli
şirketlerini
güçlendiren ve sayısını artıran kendi özel şartlarının da
etkisiyle
ancak bir ülke olmuştur: Japonya. Yani hizmetçilikten
efendiliğe;
işçilikten, sömürülmekten patronluğa tam anlamıyla bir ülke
yükselebilmiştir.
İşte her toplumun bu şekilde kendi sanayisini ve
şirketlerini hem
sayı hem kalite bakımından arttırması emperyalistlerin
sömürülerini,
dünya hakimiyetlerini bitirecektir. İnsanlık dünya
nimetlerinden eşit
istifade edecektir. Bu durum emperyalistlerin en
büyük korkusudur.
Bu sebepten bu yola giren ülkeler hedef alınıp
özelleştirme
maskesiyle, şirketlere piyasa fiyatının çok üzerinde
teklifler
verilmesiyle şirketleri satın alınarak bu durum
engellenmektedir.
Özelleştirmelerin yüceltilmesi de bu sebeptendir. Bu
şekilde dünyanın
üretim araçları kendi kontrollerinde olacaktır. Yani
kendileri
dünyanın patronu, bütün dünya insanları ise onlara hizmet
eden
işçiler…

Bu
şirketler çoğu zaman gizli Batılı siyasi,
ideolojik ve ekonomik seçkin
sınıfların denetimindedir. Bu seçkin
sınıflar ellerinde bulundurdukları
iletişim gücünü (televizyon ve
gazeteleri), şuurlu bir şekilde
kendilerini tepede tutan ürünlerin,
zevklerin, değerlerin ve
kültürlerin kısacası modern hayatın, çağdaş
yaşamın yaygınlaşarak
ebedileşmesi için kendi menfaatlerine ters olan
şeyleri karalamak, yok
etmek için kullanmaktadırlar.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM 2duy3hj

KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM Empty
MesajKonu: Geri: KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM   KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM EmptyPaz Mayıs 23, 2010 5:12 am

Batılı
uluslar arası dev holdingler mallarını dünyanın en ücra
köşesindeki
insanlara da satabilmek için yani onları da köleleştirmek
için
toplumdan topluma değişen kültürel kimlikleri ortadan kaldırıp
aynı
hayat tarzını benimseyen tek boyutlu, toplumlar ortaya çıkarma
gayretindedirler.
Bunu da yan kuruluşları olan medyalar aracılığıyla
yapmaktadırlar.
Çünkü televizyon hem kulağa, hem göze hitap eden
tesirli bir iletişim
vasıtasıdır. Bu vasıtayla dizilerde, filmlerde
ustalıkla
yerleştirilmiş bu hayat tarzının (modern hayatın) unsurları
insanların
şuur altına yerleştirilmektedir. Eğer denetim altına
alınmaz, iyiye,
doğruya, toplum yararına kanalize edilmezse faydası
olan bu nimet
insanları köleleştirici bir araç olmaktadır. Tıpkı
insanlar için
büyük faydaları olan ateşin menfaatperest insanların
elinde ölüm
aracı haline gelmesi gibi.

Batı kültürünün özgürlük kavramı
toplumsal yapıda şu değerleri ortaya çıkarmaktadır:
Serbest
cinsellik, nikahsız
beraberlik, eş aldatma, açık saçıklık,
teşhircilik, alkolizm,
uyuşturucu müptelalığı, zina, içki, kumar, ruh
hastalıkları, intihar,
nesepsiz çocuklar, kirlenmiş çevre, sefahat,
aşırı ve lüks tüketim ve
sefalet…
Yeni
dünya düzeni bu değerler
üzerinde yükseliyor. Bu değerler yüceltilmiş
bir söylemle dile
getiriliyor. Çevre kirlenmesi aslında uygarlığın(!),
nikahsız
birliktelik, açık saçıklık ve diğer parametreler de
özgürlüğün(!),
ifadesi olarak sunuluyor.
Çağdaş
yaşam, modernizm gibi süslü
kelimelerle bu tarz hayat şuurlu olarak
toplumlarda
yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. İnsanlar eğlenceye,
tüketmeye yani
nefislerin hoşuna giden maddiyatın kutsallaştırıldığı,
zevklerin
putlaştırıldığı, mutluluğun maddiyata, tüketim miktarına
bağlandığı
bir hayata alıştırılıyor. Bu amaçla emperyalistlerin ve
onların
destekçisi, hayranı içerideki aldanmışların ellerindeki
televizyonlar,
gazeteler kullanılıyor. İnsanlara seviyesiz eğlence
programları,
faydasız, boş magazin programları, fanatizm derecesinde
başta futbol
olmak üzere spor programları sunuluyor. Açık saçıklık,
nikahsız
birliktelik, eş aldatma, içki, kumar, zina, lüks tüketim ve
rahat
yaşama, düşünmeyi unuttururcasına eğlence gibi kendilerince
modern
hayatın unsurları, popüler hale getirilen dizilerin, filmlerin
içine
ustalıkla yerleştirilerek insanların şuuraltına yerleştiriliyor.
Bu
ahlaksızlıklar biz farkına varamadan düşünce dünyamızda
normalleştiriliyor,
sıradanlaştırılıyor. Bunların tersi islami ahlak
ise çağdışılık,
gericilik olarak gösteriliyor.

Bu
uygulama hemen bütün
kültürel faaliyetlerde şuurlu olarak kullanılıyor.
Sanatın,
edebiyatın bütün alanları, ürünleri bu amaçla kullanılıyor.
Toplumlar
böylece tam bir zihin kuşatmasına alınarak emperyalizme
hizmet eden
hayat tarzının yaşanması sağlanıyor.
Çağdaş
yaşam veya modernizm
kavramları böylece batılı sömürgecilerin
girdikleri toplumların
ahlakını bozmak yani kendilerine direnme
güçlerini kırmak için
kullandıkları yeni ve görünmez, karşı konulması
çok zor olan bir
silah olarak kullanılıyor.

Görünüşte insanlığın yararını isteyen
bir düşünüş sistemi olan Hümanizmin de temelinde bu zihniyet vardır.
Hümanizm
insanın kendisini karar
mekanizmasında tek yetkili görmekte insanı
hayatın merkezi ve ölçüsü
konumuna çıkararak yüceltmektedir. Bu da
insanı her türlü gücün,
iradenin baskısında kurtarmayı öngörür. Doğal
olarak dini, ilahi
düşünceye karşı çıkılır.
İnsan kendi hayatına
kendi istek ve
tutkularını hakim kılacaktır. Yani nefsini
ilahlaştıracaktır. Bu da
ateizm temellendirir. Gerçek İlaha inanmayan
veya itaat etmeyen, insan
üstün güç olarak emperyalistleri görecek
ve onlara itaat edecektir.
Yani onların sunduğu hayat tarzını
benimseyecek, onların üretimlerini
tüketecek ve neticede onların
hizmetkarı olacaktır.

Emperyalist
düşünüş yeryüzünde mutlak
güç ve nüfuz sağlama kendi istek ve
tutkularını hayata geçirme
esasına dayanır. Bu Allah’a ait yetkiyi
kendi tasarrufuna alma
anlamına geldiğinden ilahlık iddiası olur.
İslami inanışta hüküm ve
emir Allah’ındır. Oysa emperyalist ilişkide
yer alanlar ise dünya
üzerinde mutlak hegemonya kurmak istemektedirler.
Hayat tarzlarını
kendileri belirlemektedirler. Bu ise inançsızlık yani
ateizm anlamına
gelir.

SSCB’nin
dağılmasından sonra batının tek hedefinin,
düşmanının İslam olmasının
esas sebebi bu sömürü düzenine karşı tek
güçlü sistemin
İslam olmasıdır.Köleleştirmeye ve sömürüye karşı
direniş sadece islami
düşüncede vardır.
İslamın
temel üç
prensibi: Allah’tan başka ilah yoktur (La ilahe illallah);
Allah en
büyüktür (Allahu ekber); yalnız Allah’a ibadet etmek (İyyake
nabudü
ve iyyake nestain) prensipleri emperyalizmi önleyecek temel
prensiplerdir.
İkinci
prensip
tahakküme ve zorbalığa kalkışan her güce ve düşünceye karşı
Allah’ın
en büyük olduğu (Allahu ekber) gerçeğini insan bilincine
aktararak
sonuna kadar direnmeyi mücadeleyi ifade eder.
Diğer iki
prensip
insanın yalnız Allah’tan emir almaya onun hükmünü kabul etmeye
karar
verdikten sonra bütün davranış biçimlerini ve hayat tarzını buna
göre
ayarlamasını; modern, çağdaş vs. süslü kelimelerle ifade edilen
emperyalistlerin
hayat tarzına göre değil peygamberin sünnetinde
somutlaşan Allah’ın
emirlerine göre yaşamayı; emperyalizmin modern
yaşam, hümanizm gibi
kavramlara saklayarak sunduğu nefsini ve maddiyatı
ilah edinme yerine
sadece Allah’ı ilah kabul etmeyi ifade eder.
İşte
emperyalizmin
İslam’a savaş açmasının sebebi bu prensipler, yani sömürü
düzenlerine
sadece İslami hayat tarzı ile son verilecek olmasıdır.

Bunun
neticesi
olarak bu hayat tarzının gelişeceği ve dünyaya örnek olacağı,
bunun
aynı zamanda ekonomik kalkınmayla da destekleneceği ülkeler ki
başta
Türkiye olarak özel kuşatma altında olup ve yakından takip
edilmekte,
İslami kıpırdanışlar ve milli ekonominin gelişimi malum
yöntemlerle
engellenmeye çalışılmaktadır.

Müslümanlar
her ne kadar
birlikten, ekonomik ve siyasi güçten yoksunsa da, her
alanda iflas
etmiş bulunan Batılı değerlere ve Batı tipi yaşam biçimine
karşı
dünyada tek alternatif, İslâmî hayat tarzıdır. ABD’nin başını
çektiği
emperyalizm, bütün planlarını İslâm’ın önünü kesmek ve İslâm’ı
azaltmak
üzerine kurmuştur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de,
İslam
coğrafyasında hem sınırları, hem siyasi rejimleri ve hem de
zihinsel
haritaları ve kodları değiştirerek İslâm’ı geriletmeye
yöneliktir.
İnsan ve toplumların İslam’a önyargılı bakmalarını sağlamak
için
“İslam”la “terör”ü özdeş göstermek, Müslümanları Kur’ânî ve nebevî
sabitelerinden
uzaklaştırmak için İslâm algılarını köklü bir değişime
tabi tutmak,
İslâm’ı ve İslâmî duyarlılığı azaltmak, aşındırmak, kendi
menfaatlerine
aykırı prensiplerini (tevhid inancı, cihad, nefsine tabi
olmama,
kanaatkar olma, israf etmeme, örtünme, aile mefhumu gibi)
değiştirmek,
yumuşatmak, halkı dinin ayrıntılarıyla meşgul edip
esastan, özden
uzaklaştırma, İslam’ı toplumsal alandan soyutlayıp
sadece camiyle,
namazla sınırlamak, sonra da bir tilki edasıyla sizin
namazınıza,
ezanınıza mı karışılıyor denerek bununla yetinilmesinin
telkin
edilmesi bu sürecin ana hedefleri arasındadır.


Bugün
müslüman
topluluklar, müslümanlıklarının şuuruna ve dolayısıyla gücüne
sahip
değillerdir. Emperyalizm bu şuuru ve gücü küllemeye, islam
topluluklarını
birbirine düşürmeye çalışmakta, bu ülkelerin insan
unsurunu kendi
eğitimlerinden geçirerek kendine bağlamaya devam
etmektedir.

Her
mümin
“kendi memleketimi, milletimi yeryüzündeki milletler içinde
muvazene
unsuru haline getirme mecburiyetindeyim.Şayet yeryüzünde
verilecek
tabakat-ı beşer çapındaki kararlar içinde benim reyim esas
olmazsa
yeryüzünde çok zulümler işlenecek, çok azizler zelil olacak ve
zelil
olması gereken çokları da aziz olacaktır. Hükmü ben vermeliyim.
Muvazene
unsuru ben olmalıyım.” diye düşünmelidir.
Çünkü
Allah müminlerin
böyle olmasını arzu ediyor. Çünkü Allah müminin
kafirin himayesinde
yaşamasına razı değildir. Çünkü kafirin tasallutu
altında yaşamaya
rıza gösteren mümin iki dünyada da mezellet içinde
olacaktır.
Bu
yüce
kelam-ı kadimin beşer çapında bir kelam-ı kadim olarak kabul
görmesi ve
takdire mahzar olması, onu omzunda taşıyan kimselerin
bayraktar
olmasına bağlı, cihangir ordulara sahip olmasına bağlı,
dünyayı idare
edebilecek büyük başlara, büyük siyasi dahilere bağlı,
muhteşem fikir
adamlarına bağlı. Maarifinin yolunda ve rayında
yürümesine bağlı,
devleti idare edenlerin kendi ruh köklerine bağlı
olmasına, milletini
ve vatanını sevmesine bağlıdır. Milli ekonomisini
güçlendirmesine,
ileri teknoloji üretmesine bağlıdır.

Emperyalizm,
hayatiyetini
hemen hemen her zaman denetimine aldığı ülkelerde kurduğu
ittifaklara
ve uzlaşmalara borçludur. Bu ittifak hakim güçlerle
ülkelerin yerli
güçleri arasında politik, diplomatik, askeri ve
stratejik olarak
kendini gösterir. Kendileri ile işbirliği yapacak
kimseleri sahip
oldukları ekonomik güç ve medya desteğiyle ülke
yönetimine getirirler
ve kendi menfaatleri yönünde ekonomik, kültürel,
eğitim, dış
politika kararları alınmasını ve sömürü düzenlerinin
devamını
sağlarlar. Emperyalizmin dünya için demokrasi talebini de
sebebi
budur. Geniş halk yığınlarını, ellerindeki veya parayla kendi
lehlerine
çalıştırdıkları televizyon ve gazeteler aracılığıyla
istedikleri
gibi yönlendirirler. İstedikleri güçleri ülkelerin başına
geçirerek
ülkeleri kontrol ederler.
Yoksa onlar gerçekten diğer
milletlerin
faydasını düşünmezler. Kendileriyle işbirliği yapan
diktatörlükleri
desteklemişler, aykırı olanları çeşitli bahanelerle
demokrasiye
geçmeleri için zorlamışlar, içerideki muhalifleri
destekleyip
darbelerle, olmazsa bizzat askeri güç ile o ülkeleri
itaate, sömürü
düzenine uymaya mecbur etmişlerdir.

Televizyonun, gücü elinde
bulunduranlar için bir kültür emperyalizminin vasıtası olması bakımından
çok hayati bir önemi vardır.
Kitle
iletişim araçları insanımıza,
takip edeceği modadan kullanacağı eşyaya,
pişireceği yemekten
uygulayacağı diyete, izleyeceği filmden tatil için
gideceği yere,
dinleyeceği müzikten edineceği nezaket kaidelerine ve
seçeceği inanca
kadar bütün faaliyetlerde yol gösteren, emirler veren,
denetleyen
hakim bir güç haline gelmiştir.
Hangi
haberin bize ulaştırılması
gerektiğine, dünya imajımızın hangi
kelimelerle çizileceğine ve hangi
gündemle meşgul olacağımıza hep bizim
dışımızdakiler, hasım dünyanın
müstemlekeci düşünce artıkları karar
vermekteler. Bununla da
yetinmeyip bize ulaştırdıkları haberleri rafine
edip tahlile tabi
tutarak neyi nasıl düşünmemiz gerektiğini de
bildirmektedirler.
Çağımızda
kitle haberleşmesi,
düşünen insandan çok bu haberleşme araçlarını
ellerinde bulunduranların
istediği gibi düşünen insanı
şartlandırmaktadır. Kitle haberleşme
araçları geliştikçe kitlelerin
düşünme hürriyeti de azalmaktadır.

Böylece
toplumlara sömürü
düzeninin devam edeceği hayat tarzı farkında olmadan
aşılanıyor,
hayat doğrularımız ve yanlışlarımız belirleniyor. Böylece
zihinlerde
Müslümanlık gericilik, yobazlık, İslam terör, vahşet dini,
içki,
sigara, kumar, açık saçıklık, lüks tüketim, eğlence, çağdaşlık,
moderniz
olarak sunuluyor ve yüceltiliyor. Medya, özellikle televizyon
bu
şekilde emperyalizmin emrinde ve devamını sağlayacak ortamı
hazırlayıp
devam ettirmekte, çağdaş sömürünün devamında kullanılıyor.
Emperyalistlerin
medyaya önem vermelerinin, ülkelerin medyalarını satın
almalarının
esas sebebi de budur.
Dünya
tarihi hiçbir çağda bu kadar köleye
sahip olmamıştır. Çünkü kitlelerin
duygu ve düşünceleri hiçbir zaman
bugünkü kadar telkin ve propagandanın
açık imkanlarıyla zincire
vurulmamıştır. Bu çağdaş köleliğin sınırları
kadim kölelikten çok
daha büyük. İşin en vahim yönü de zincirlerini
kolye, kafeslerini
saray zanneden günümüzün çağdaş köleleri eskiler
kadar şanslı da
değil. Çünkü şimdikileri köle olduklarına inandırmak
çok zor. Bunun
farkında olmayanın bu durumdan kurtulması da imkansız
elbette.
Günümüz
insanı
fasit bir daire içinde çepeçevre kuşatılmış durumda. Yürürken
gözüne
vitrinlerden evindeki hipnoz makinesi televizyona, bindiği şehir
içi
otobüsün camındaki afişten, okuduğu gazeteye kadar pek çok şey
reklam
vasıtasıyla bu imkanları sınırlı zavallı insanı tüketime
zorlamakta.

Çünkü
artık yaşamak için yemek yerine yemek için yaşamak
felsefesi hakimdir.
Aşırı tüketim ve konforizm hakim. Yani çağdaş
sömürü. Aşırı tüketim ve
konforizm bir şeyler kazandıracak olsaydı
batılı toplumlara
kazandırırdı. Teknolojide oldukça ileri gitmiş
ancak maneviyat fakiri
bu ülkelerdeki zenginlik zirvede olmasına
rağmen bunalımlar, intiharlar
korkunç rakamlara ulaşmış durumda.
Demek ki her istediğini satın alıp
tüketmekle mutlu olunmuyor.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM 2duy3hj

KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM Empty
MesajKonu: Geri: KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM   KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM EmptyPaz Mayıs 23, 2010 5:12 am

Netice:
Türk milleti ve
yöneticileri her ne kadar
büyük ölçüde kendi potansiyel gücünün
farkında olmasa da emperyal
veya süslü ifadesiyle küresel güçler bunun
farkında olup kendi sömürü
düzenlerini sona erdirecek bu yapıya ulaşma
imkanı en çok olan
ülkelerin en başında gelen Türkiye’nin sosyal ve
ekonomik olarak
gelişmesini önlemek için yukarıdaki düsturlar
doğrultusunda
ellerinden geleni yapmaktadırlar. Yani hep söylenen ama
açık olarak
tam anlaşılır açıklanamayan “Türkiye üzerinde büyük oyunlar
oynanıyor.”
sözü doğrudur. Peki ne yapmak lazım? Yapılacak şey toplumun
sosyal
yapısındaki hedef birliğini sağlamayı engelleyen faktörleri
düzeltmek
ve sonra da ekonomik olarak gelişmektir.
Sosyal
yapımızdaki
bozukluk da yine emperyal güçlerin işgal yıllarından kalma
bir
sorundur. Kısa ifadesi şudur: Emperyal batı güçlerine karşı verilen
milli
mücadele kazanılınca bu mücadeleye önderlik edenler Türk
devletinin
Batı karşısında geri kalışının, zayıflayıp parçalanmasının
sebebi
olarak İslam dinini görüp veya gösterilip yeni devletin yapısını
hakim
batı güçlerine benzetme yoluna gittiler. Özellikle bir dönem dine
ve
dine bağlı yaşayan insanlara büyük baskılar yapıldı. Böylece dinine
bağlı
yaşamak isteyen insanlar bir anlamda bu büroktatik yapıdaki
devlete
küstürüldü. Sonra dünyadaki gelişmelere bağlı olarak bu baskı
ve
yasaklamalar kademe kademe azaldı. Aslında geri kalışın dinin
esasından
kaynaklanmadığı bilinse de serbestlik ortamında dini
duyarlılık
yayılmaya başlayınca kendi hayat biçimlerinin azınlığa düşüp
bu sefer
kendi hayat biçimlerini rahat yaşayamayacakları korkusuyla bu
gelişmeyi
önlemek için laiklik kılıfına sokularak bazı kısıtlayıcı
uygulamalara
gidildi. Üniversitelerde başörtüsü yasağının temelinde bu
vardır.
Aslında bu uygulama islami gelişmeyi önleyecek bir durum olmasa
da
bürokratik yapının zihniyetini ifade eden bir simge uygulama oldu.
Bu
yüzden buna karşı yapılan her şey rejime karşı yapılmıştır
düşüncesiyle
hareket edildi. Kamudaki bu yasaklama bu kişilerce
dışlanmışlık,
ikinci sınıf muamele olarak algılanmaktadır. Neticede
inancını rahat
yaşayamayan toplumun büyük bir kesiminde bu devlet
bürokrasisine
karşı bir zihniyet ortaya çıktı. Dini yasakçı ve gerici
diye toplum
kutuplaştı. Bu durum siyasetin de temelini belirledi. Bu
mesele
olduğu sürece bunu siyasette dile getireneler de olacaktır.
Mağdur
olanlar da siyasi tercihlerini doğal olarak buna göre
belirleyecektir.
Bu dinin siyasete alet edilmesi değildir. Eğer öyle
bile olsa buna
mevcut ortam sebep olmaktadır. Böyle olunca bu
yasaklamaları dile
getiren siyasiler büyük oy alabilmekteler. Karşı
düşüncenin oyları da
belli bir oranda sıkışıp kaldı. Neticede iktidara
gelenler
yasakları hafifletmeye çalışmakta karşı grup da bunları malum
yapıyla
engellemeye çalışmaktalar. Hal böyle olunca iktidar ve
muhalefet
ülkenin ve dünyanın malum sömürü yöntemlerine karşı bir
uygulamayla
uğraşmak yerine bunlarla uğraşarak zaman kaybedilmektedir.
Bunun
çözümünde iki kesime de sorumluluğu vardır. Birinci, var olan
büroktarik
yapıyı uygulayanlar halkın inancını yaşamasını kısıtlayıcı
uygulamaları
bırakarak toplumsal uzlaşmayı sağlamalıdır. Zamanla kendi
yaşam
şekillerinin kısıtlanacağı düşüncesi doğru değildir. Böyle
düşünenler
rahat olmalıdır. Aksine var olan yasaklayıcı tutum toplumda
bir
düşmanlık oluşturuyor. İkinci ise genellikle iktidar olan karşı
siyasi
görüşe düşüyor. Çoğunluğa ulaşarak kanuni düzenlemelerle
uzlaşmadan
bir şeyler yapmaya çalışmak sonuç vermez. Çünkü istisnasız
her
düzenleme kanuni yoldan iptal edilebiliyor. Yapılacak şey bu
işleyişin
temeline bakmak. Yani üniversite yönetimini ve yargı
erklerinin
seçilme şekli değiştirilmeli, bunları o kurumların tabanları
seçmelidir.
Bunlar tek ele bağlanınca o mevkideki kişi önem kazanmakta
ve kavga
sebebi olmaktadır. Şekil değişince toplumun çoğunluğunun
görüşü
siyasete yansıdığı gibi bu kurumlara da yansıyacak ve böylece
yeni
kanuni düzenlemeler yapılmadan farklı uygulamalara
gidilebilecektir.
Böylece içte siyasi ve toplumsal anlamda iktidar
olanlar, bundan
sonra esas ugulamaları yapmaya imkan bulabilir.

Bundan
sonra
öncelikle insanlara küresel kapitalizmin nasıl çağdaş emperyalizm
uyguladığını
yani yukarıdaki esasları anlatmak, daha doğrusu kavratmak
gerekiyor.
Bunlar bilindikten sonra meselenin yarısı halledilmiş
demektir.
Sonra
en
geniş anlamda eğitim yoluyla (sadece resmi eğitimle sınırlı
kalmadan,
bunun her mümine farz olduğunun bilincinde olarak) İslami
ahlakın ve
düşünüş sisteminin anlatılıp öğretilmesi ve yaşanması, yani
doğru
İslami zihniyetin teşekkülü sağlanmalı, maneviyat
güçlendirilmelidir.
Emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünkeri(İslami
doğruları, bilgileri) her
mümin bizzat kendisi sözü geçenlere,
çevresindekilere, aile
fertlerinden başlayarak, arkadaşlarına,
tanıdıklarına anlatmakla
mükelleftir. Herkes böyle bir faaliyet yapsa
toplumda dalga misali bu
şuur kısa sürede yaygınlaşacaktır.
Medyanın
(televizyon ve
gazetelerin) İslam ahlakına aykırı, emperyalizmin hayat
tarzını
topluma aşılayarak emperyalizme hizmet eden yayınları yumuşak
uygulamalarla
düzenlenmelidir. Belki basın, medya milli unsurların
elinde olmalı
ve İslami ahlaka hizmet eden bilinçlendirici yayınlarının
olması
sağlanmalıdır.
İslami
ahlakın bir sonucu olarak aşırı ve lüks
tüketim yerine ihtiyaç merkezli
tüketim bilinci oluşturulmalı,
alternatifi varken marka, prestij gibi
kapitalist oyunlara gelmeden
yabancı mal kullanılmayıp yerli ürünler
tercih edilmeli hem yerli
üretim desteklenmeli, hem ülke kaynaklarının
dışa akıtılması yani
sömürülmesi önlenmelidir. İnsanlara eğitim yoluyla
bu şuur
verilmelidir.
Milli bir ekonominin
teşekkülü
sağlanmalı. Milli sermayeli, vatanının ve milletinin
menfaatini
düşünen, ileri teknolojiyi üretip dünya ile rekabet edebilen
şirketler
teşekkül ettirilmelidir. Bunlar gelişim aşamasında devlet
tarafından
yabancılara karşı korunmalı ve desteklenmelidir. Yüksek
sermayeli
veya riskli üretim tesisleri devlet eliyle kurulup belli bir
gelişim
seviyesine gelince yerli özel sektöre devredilebilir. Her
üretim
alanından en az üç firma tesis edilmeli ki rekabet ile hem
kaliteli
üretim sağlanmalı ve fiyat konusunda halk lehine gelişme
sağlanmalı
hem de aynı alandaki yabancı üretimlerin ülkedeki satış
payının öne
geçmesi engellenmelidir. Ve milli sermayeli bu şirketlerin
yabancılara
satılmasının belli yasal düzenlemelerle, daha önemlisi
sahiplerine
milli ve islami şuur verilerek önlemi alınmalıdır. Ülkeyi
hem tarımda
hem bilim ve teknolojide kendine yeten kendi üretim
tesislerine
sahip hale getirmelidir. Özellikle montaj sanayi
aldatmacasından
kurtulup makineyi üreten makineler yapabilme tekniğine
sahip olunmalı
çalışmalar bu yönde planlanmalıdır. Çünkü ülke nüfusunun
artışına
paralel olarak üretimi arttırmak için her seferinde üretim
yapan
makineler yüksek meblağlara dışarıdan alınacak ve ülke kaynakları
dışarı
akıtılmış olacaktır. Hem de nüfus arttıkça yeni üretim
imkanlarına
ihtiyaç duyulacak, üretimi yapan makineleri üretme
seviyesinde
olunmazsa bu sürekli dışa bağımlılık anlamına gelir. Yani
ikinci
sınıf bir ülke, veya onların süslü ifadesiyle gelişmekte olan
ülke.
İlavesini yapalım, gelişmeye çalışmakta ama bir türlü gelişmesini
tamamlayamayacak
yani ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olmaya devam
edecek olan ülke.
Ülkelerin kaynakları dışa akıyor. Nasıl gelişebilir
ki? Zaten mevcut
durum da maalesef budur.

Ülkenin
gelişiminde faizle alınan
borç paralar yerine yerel gelir kaynakları
kullanılmalı veya devlet
para basma hakkını kullanmalıdır. Çünkü para,
mal ve hizmet
üretimlerinin el değiştirmesi için bir araçtır. Aynı
zamanda iş
gücünün devreye sokulma yöntemidir. Mesela bir okul binası
yapılacak.
Bunun malzemesi, işçisi, mühendisi ülkemizde var. Fakat para
yani
değişim aracı yoksa okul yapılamaz. İşte bu bağlamda devlet para
basıp
var olan unsurların bina haline gelmesini sağlamış olur. Yani un,
şeker,
su olup usta olmazsa yiyecek ortaya çıkmaz. Para bu durumda
unsurları
harekete geçirir. Tıpkı bir ustanın suyu şekeri unu kullanıp
yiyecek
yapması gibi. Mal ve hizmet olup para olmazsa bu değişim
sağlanmaz
ve insanlar ihtiyaçlarını karşılayamaz. İş gücü emeğe
dönüşemez. Yer
altı kaynakları çıkarılamaz. Bu sebepten değişim aracı
olan paranın
borç almakla veya para basmakla karşılanması arasında bir
fark
yoktur. Yani para basmanın enflasyona sebep olması faizle sömürü
yapan
kapital güçlerin bir aldatmasıdır. Çünkü bu durum enflasyona
sebep
olan emeğin, üretimin karşılığı olmayan para basımı anlamına
gelmez.
Enflasyona sebep olan para, çalışmayan insanlara emek
üretmeyenlere
verilen basılan paradır. Merkez bankalarının bağımsız
olmasını
istemelerinin de temel sebebi budur. Para basımını önlemek,
böylece
ihtiyaç duyulan paranın kendilerinden faizle alınmasını
sağlamak.
Neticede hem ülkelerin gelişimlerini engellemiş, hem o ülke
emeğini
hortumlamış hem de o ülkeyi kontrollerinde tutmuş oluyorlar.
Merkez
bankası hükümete bağlı olmalı ve her zaman dolaşımda üretim
miktarı
kadar paranın bulunmasını sağlamalı ki üretilen mallar satılsın
ve
üretim devam etsin. Bu ekonominin işleyişinin temel dinamiğidir.
Yoksa
tüketim azalır, sonucunda üreticiler üretimi kısar. İşçi
çıkarılır.
Devlet bastığı parayı memura, işçiye, emekliye maaş ve belli
şartlar
dahilinde üreticiye(hizmete değil, mal üretimine yani fiziki
üretime)
özellikle tarım ve hayvancılığa(çünkü tarım temel olup
istihdamı
yüksek sektör olup üretimden yüksek kar yapamadığı için kendi
gelişimini,
büyümesini sağlaması zordur.) verdiği faizsiz krediyle
piyasaya
sokar. Dolaşımdaki paranın azalması ise faizle olmaktadır.
İnsanlar
param durduğu yerde artsın diye faize yatırır. Böylece
dolaşımda
olması gereken para piyasadan çekilir. Bu paraları
toplayanlar bu
parayı devlete veya üretim yapacak olanlara yine faizle
verir. Netice
piyasadan para çekildiği için tüketim-üretim dengesi
bozulur. Üretim
yapacak olanlar yeni yatırımlarını faizli krediyle
yapacakları için
maliyet artar. Üreticiler bunu ürünlerin fiyatlarına
yansıtır.
Böylece enflasyon olur. Üretim topluma dengeli dağılmaz.
Paradan para
kazanmak yerine üretim yaparak kazanmak esas olmalı ve
sermaye
sahiplerini bu yönde teşvik edecek kanuni düzenlemeler
yapılmalıdır.
Yüksek mevduat sahiplerinden çok yüksek vergi alınması,
yatırımlardan
ise vergi alınmaması gibi. Dolaşımdaki paranın piyasadan
çekilmesinin
ikinci sebebi üretilen malları tüketiciye ulaştıran
bazılarının
yüksek oranlarda kar uygulamalarıdır. Böylece üretimi yapan
kesimler
kendi üretimlerinden az pay almakta hizmet üreten kesim asıl
üretimi
yapan kesimden çok kazanmakta ve para bunlarda toplanmaktadır.
Mesela
domatesi üreten tarlada bunu 100 birim paraya satıyor, bu ürün
tüketiciye
ulaştığında değeri 200-300 oluyorsa ki ülkemizde buna benzer
durumlar
çok yaşanmaktadır, burada aracılar, satıcılar haksız kazanç
sağlamış
olur. Bu durum gelir dağılımındaki adaletsizliğin temel
sebeplerinden
biridir.
Faizle
borç sadece merkezi hükümetle ilgili değildir.
Belediyelerin ve özel
sektörün dışarıdan borç alması da aynı anlama
gelir. Yani devlet öz
kaynakları kullanarak ve para basarak bu
ihtiyacı karşılamalı faizsiz
olarak ihtiyaç sahiplerine kredi
vermelidir. Borçlanacak olanlar
yabancıya borçlanması yerine devlete
borçlanmalıdır. Bu arada uluslar
arası ticarette (sadece uluslar
arası ticarette kullanılacak, ülke
içinde yerel milli kağıt para
kullanımı devam edecek) yapısı altına
dayalı nitelikleri uluslar
arasında ortak belirlenecek para
kullanılmalıdır. Ancak böylece
dünyanın ekonomik veya askeri gücü olan
ülkenin kağıt parasıyla yani
matbaada renklendirip alım gücüne
kavuşturulan aslında hiçbir emeğin
karşılığı olmayan kağıtlarla
ülkelerin emeğinin, yer altı
kaynaklarının bu ülkeye aktarımı yani
sömürü engellenebilir. Bu
kullanım aynı zamanda ülke ekonomilerini
çökerten esasen sıcak para
akışından kaynaklanan milli para
birimlerinin aşırı değer kazanıp
değer kaybetmesini de önleyecektir.
Ülke içinde de altın para
kullanımı enflasyonu, milli paranın değer
kaybetmesini önler, görüşü
yanlıştır. Altın para değerini kaybetmez ama
dolaşımdaki para zamanla
belli ellerde birikmeye başlar. Dolaşımda
olması gereken para
devletçe karşılanamaz ve böylece üretim kısılır,
işsizlik olur ve
zamanla ekonomi küçülerek çöker. Ülke içinde altın
para kullanımı
öncelikle çok büyük miktarlarda altın talebi doğuracak
ve ilk etapta
bunun üretimle karşılanması mümkün olmayacağı için var
olan altının
değeri aşırı yükselecektir. Bu da elinde altın
bulunduranların yine
haksız tüketim gücüne sahip olmalarını sağlayacak.
Bunun haricinde
altın para kullanımı yerleşince başka bir sorun
çıkacaktır. Dış
ticaret açığından veya yüksek kar yapanların veya
toplumun genelinin
yaptığı birikimlerinden dolayı dolaşımdaki para
miktarı azalacak,
devlet bu azalmayı kağıt parada olduğu gibi hemen
karşılayamayacak ve
üretimde durgunluk ve azalma ve sonuçta ekonomi
gittikçe küçülecek
ve çökecektir. Dış ticaret uluslararası ortak altın
para ile
yapılacak durumda değilse döviz hareketlerinin ülke
ekonomisini
olumsuz etkilemesi şöyle önlenebilir:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM 2duy3hj

KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM Empty
MesajKonu: Geri: KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM   KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM EmptyPaz Mayıs 23, 2010 5:13 am

Ülkeye
döviz giriş ve çıkışlarının milli paranın aşırı değerlenmesi
veya aşırı
değer kaybı önlenmelidir. Çünkü her iki durumda yerli
üretimin
maliyetleri artacaktır. Zira üretimdeki girdilerin bir
miktarı
dışarıdan bir miktarı içeridendir. Bu da satışları azaltacak.
Satışlar
azalınca işçi çıkarmalar olacak. İşsiz kalan insanlar
tüketime
katılamayacak. Bu zincirleme olarak üretimin azaltılmasına
ardından
işçi çıkarımına sebep olacak ve belli bir süre sonra ekonomi
duracaktır.
Dövizin değerlenmesi veya değerinin düşmesi üç sebepten
olur.
Birincisi içerideki faize dışarıdan sıcak para akışı olur. Döviz
düşer.
Sonra bu para çıkarken döviz aşırı yükselir. Bunun tek çaresi
faizin
kaldırılmasıdır. Ayrıca faizin dövizde bir değişime sebep
olmadığı
zamanlarda yine işsizliğe sebep olur. Faiz sebebiyle sermaye
birikimleri
yatırıma yönelmez. Kolay ve risksiz para kazanma yolu
tercih edilir.
İkincisi borsa denen gelişmiş kapitalistlerin ülkelerin
kanını
emmesini sağlayan sisteme bir düzenleme getirilmesi veya sadece
yerliye
açık olmasıdır. Çünkü kapital güçler borsa vasıtasıyla da
ülkelere
yüksek miktarlarda döviz akışı sağlayıp para birimlerinin
değeriyle
oynayıp ekonomileri amaçlarına göre yönlendirirler. Yine
yerli
sermayedarlar yatırım yerine borsaya yönelir ve işsizlik ortaya
çıkar.
Borsa yerliye açık da olsa şartları detaylı ve ince düşünülmezse
faizin
yaptığı gibi bir etki yapıp şirketin büyük ortağının(%51)
spekülatif
hareketlerle halkın birikimlerini kendine aktarması mümkün
olmaktadır.
Üçüncüsü dış ticaret açığıdır. Mesela 100 birim ihracat
yapılıp 150
birin ithalat yapılırsa dövize talep yüksek olacağı için
döviz
yükselir. Bunun da tek çözümü devletin ithalata sınırlama
getirmesidir.
100 birim ihracat yapılmışsa ancak 100 ithalat
yapılabilir. Yani
ürettiğimiz kadar tüketme hakkımız vardır. Böylece
para birimlerinin
değeri sabit kalır. Yani dövizin değeri devlet
kontrolünde olmalıdır.
İthalattaki sınırlamada ise öncelik sırası temel
ihtiyaçlar(eğer
ülke içinde üretilemiyorsa yiyecek, hammadde, uçak,
silah, enerji
gibi) ve üretimi arttıracak şeyler(üretim yapacak
makineler gibi)
şeklinde olmalı. Bunlardan sonra ithalat hakkının kalan
kısmı diğer
ürünlere, derece derece lüks durumlarına göre çeşitli
ürünlere izin
verilebilir. Bu uygulama gümrük vergisi uygulamasıyla
ithalat
ürünlerinin fiyatını yükselterek talebi düşürüp ticaret açığını
dengelemekten
farklı bir şeydir. Çünkü aynı uygulamayı dış ülkeler de
bizim
ihracat ürünlerimize yapacak ve ticaret açığı durumu
değişmeyecektir.
Burada ürünlerin fiyatlarına müdahale yoktur. Ülkenin
ihtiyacına
göre çeşit ve miktar sınırlaması vardır. Dış ülkelerin
üretimlerinden
daha çok yararlanmak istiyorsak biz de kendi ülkemizde
daha çok
üretim yapıp ihraç etmeliyiz. Üretimde özellikle miktarı
az karı
fazla olan üretimlere yönelmelidir. Yani sanayi ve teknoloji
üretimine.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM 2duy3hj

KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM Empty
MesajKonu: Geri: KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM   KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM EmptyPaz Mayıs 23, 2010 5:13 am

Tabi
burada esas mesele halkın ekonomik refahının sağlanması olduğu
için
eğer mevcut sömürüyü yabancı şirketler değil de yerli
şirketlerin
güçlenip hatta dışa açılarak evrenselleşip, aynı şeyi
yapması halk
açısından bir şeyi değiştirmeyecek neticede yine halk
fakirlik ve
sefalet içinde sömürülmeye devam edecek, diye
düşünülebilir. Fakat bu
noktada şöyle bir durum var. Eğer mesele
çağdaş batı merkezli
kapitalistlerin yerini yerli kapitalistlerin
alması olsa halk açısından
bu durum doğru olurdu. Ancak burada
zihniyet de kapitalist zihniyetten
faklı, İslam’ın kendine mahsus
sistemi olduğu için eğer bu sistem iyi
uygulanırsa halkın sömürülmesi
de önlenecektir. Bunun temel noktaları
şunlardır. Çağdaş dünyadaki
yoksulluğun temel sebebi üretimin yetmemesi
bu yüzden bazı kişilerin
sefalete mahkum olması değildir. Günümüzde
üretim imkanları,
teknikleri çok ileri gittiği için aslında üretim
bütün insanların
insanca yaşamasını çok rahat temin edecek ölçüde
yüksektir. Mesele bu
üretimin insanlara adaletli dağıtılamamasıdır.
Esas üretimi yapan,
yani çalışan kesime az pay düşmektedir. Bunun
sebebi de kapitalizmin
kendi mantığı içinde paraya sahip olanların
değişik metotlarla
üretimin büyük kısmını ele geçirmeleridir. Yani
sömürü. İşte İslam bu
dağılımdaki adaletsizliği en aza indirecek
prensipler içerir. Bu en
azın ölçüsü de üretime katılan herkesin
üretimden ihtiyaçlarını
insanca sağlayacak miktarda pay almasıdır.
Burada üretilen mal ve
hizmetlerin toplumun çok az sayıdaki kesimine
gitmesine sebep olan
temel noktaları tespit etmek gerekir.
Bunların
başında faiz ve
sadece kendini düşünme yani bireyciliğin yüceltilmesi
gelir. İslam’da
faiz kesin olarak yasaktır. Bireyciliğe, bencilliğe
karşı da zekat
ve infak emirleri vardır. Faiz emeği üretime katma aracı
ve üretimin
tüketilmesini sağlama aracı olan parayı piyasadan çektiği
için
ekonomiyi yavaşlatır. İşsizliği arttırır. Haksız kazanca sebep
olur.
Gelirin adaletsiz dağılımının temel sebebidir. Toplumun düşük
ücret
alan kesimiyle yani çoğunluğuyla diğer kesimin arasında kine,
düşmanlığa
sebep olarak toplumsal huzuru bozar. Ayrıca İslami düşünüşte
dünyanın
amacı esasen ahireti kazanmak olduğu için kimsenin hakkına
girmemek,
dünyaya aşırı bağlanmamak, zevkleri yüceltmemek, aşırı ve
keyfi
tüketim yerine ihtiyaç merkezli tüketim esastır. Üretim
tekniklerinin
gelişmesinden dolayı herkes ihtiyacından çok fazla
tüketebilecek
üretimlere ulaşılsa bile bu dünyanın kaynaklarının heba
edilmesi olup
gelecek nesillerin hakkının şimdiden kullanılması
anlamına gelir.
Yani israf. Yani haram. Tüketim ihtiyaç merkezli olunca
üretim
yetersiz kalmaz. Yani maliyet haricinde arz yetersizliğinden
kaynaklanan
fiyat artışı olmaz. Ayrıca bireycilik olmadığı için,
sınırsız
maddiyata sahip olma düşüncesi olmadığı, ihtiyaç merkezli
hayat esas
olduğu için üretici ve satıcılar yüksek kar yapma
düşüncesinde
olmayacak. Böylece asıl üretimi yapan işçinin üretimden
daha çok pay
alması sağlanarak gelir dağılımındaki adaletsizlik
önlenmiş
olacaktır. Kar, kazanma hırsı birikime ve üreticileri yeni
yatırımlara
sevk eden bir unsurdur. Bu yüzden özellikle üretim
yapanlarda olması
gerekir. Buradaki ifade en azından üreticilerin
çalışanlarına
imkanları nispetinde insaflı ücret vermeyi ifade eder.
Ayrıca
satıcılar da yani esasen üretmeyen, üretimin dağıtımına aracılık
edenler
aynı düşüncede olsa satışlardaki kar marjlarını belki yüzde
yirmi,
otuz kırk hatta yüz iki yüz gibi yüksek oranlardan üçlere
beşlere
indirecekler. Yine aynı şekilde ev sahipleri zaten ekstra kar
olan
kira miktarlarını makul tutacaklar. Böylece mesela 100 lira
harcayan
bir aile yetmiş, seksen belki otuz, kırk harcayacak. Böylece
alım
güçleri artacak. Halkın temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki bu
hizmetlerden
istekli olarak kar oranları uygun seviyelere inmezse
devlet bunu
sağlayacak gerekli kanuni düzenlemeleri yapabilir. Bu
sınırlamalar
sadece üretilen malın tüketiciye ulaştıran aracılarla
ilgilidir.
Bizzat üretim yapanların ürettikleri ürünlere kar
koymalarında bir
sınırlama olmaz. Aksi durum üretimin düşmesine sebep
olur. Aşırı kar
ile üretime devam edebilenler bunu piyasa şartlarında
istedikleri
gibi devam ettirebilirler. Yeni yatırımlar zaten karı
yüksek olan
alanlara yapılacağı için üretim karı yüksek olanlar
rekabetten dolayı
kar oranlarını mecburen düşürme yoluna gidecektir. Bu
prensip
yatırımı teşvik eden, dolayısıyla piyasaya daha çok malın
girmesine
sebep olacak temel bir prensiptir. Sosyalizmde üretim
araçları
tamamen devletin elinde olduğu için kişisel gelişim tam ortaya
çıkamıyor
ve gelişme yavaşlıyor. Fakat kapitalizmdeki şahsi teşebbüs
hürriyeti
kontrolsüz olunca gelişim hızlı olsa da sermaye sahipleri
çalışanları
eziyor. Anlaşılıyor ki devlet ne ekonomiyi tamamen elinde
bulundurmalı
ne de tam serbestiyet vermelidir. Tam doğru bir ifadeyle
ekonomide
denetleyici ve yönlendirici olmalıdır.
Üretim
mallarının
saklanarak, arz yetersizliğinden dolayı fiyatların
yükselmesi böylece
oluşan haksız kazanç da yasaktır. Asıl olan üretimin
arttırılması ve
üretilen malların en kısa yoldan halka
ulaştırılmasıdır. İşte
devletin asıl görevi de bunları sağlayacak
düzenlemeleri yapmaktır.
Neticede üretimden en düşük payı alan kesimler
insanca yaşayacak
imkanlara sahip olacaktır. Bunun ötesinde bireysel
kabiliyet ve
yapılan işin niteliğinden dolayı zenginlik derece derece
olacaktır.
Artan bu zenginlik devlete de yansıyacak. Bu imkanlar da
yine
Allah’ın Kur’an’da ifade ettiği İla-yı kelimetullah, emr-i maruf
yolunda
kullanılacak ve İslam daha çok insana tebliğ edilecek, daha çok
insan
müslüman olarak dünya ve ahiret saadetine kavuşacaktır.

Son
olarak:
“İslam; liberaliz ve kapitalizm, faşizm, sosyalizm ve komünizm
gibi
bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimai ve iktisadi fikirlerin
her
birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle
karşılık
verir: “Her birinizin bütünü kucaklayamadan, ayrı ayrı ve
parça
parça haklarınız ve hakikatleriniz vardır. Her birinizin ayrı
ayrı ve
parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat birer bütün halinde
İslamiyet’tedir.”
(N.Fazıl)
İslamiyet
insanın her ihtiyacına tam ve en mükemmel
cevap veren, her şeye kafi
bir sistemdir. Çünkü sistemin
prensiplerini belirleyen sonsuz güç ve
kudret sahibi her türlü
eksiklikten münezzeh olan, insanı, hayatı ve
kainatı yaratan
Allah’tır. Bu yüzden İslam’da hiçbir eksiklik bulunmaz.



Kullanılan
ve Alıntı Yapılan Kaynaklar:

* İdeolocya Örgüsü
- Necip Fazıl Kısakürek (Büyük Doğu Yayınları)
* Çağdaş
Kavramlar ve Düzenler - Ali Bulaç (İz Yayınları)

* İslam Dünyasında Düşünce Sorunları - Ali Bulaç (İz Yayınları)
*
Batılılaşma İhaneti - Mehmet Doğan (İz
Yayınları)
* Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti - Rasim
Özdenören (İz Yayınları)
* İnternet
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
KÜRESEL SÖMÜRÜ VE İSLAM
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: İslam ve İnsan-
Buraya geçin: