hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Doğu Alman Ayaklanması

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Doğu Alman Ayaklanması 2duy3hj

Doğu Alman Ayaklanması Empty
MesajKonu: Doğu Alman Ayaklanması   Doğu Alman Ayaklanması EmptyPtsi Mayıs 17, 2010 12:07 pm

Doğu Alman Ayaklanması, 16 Haziran 1953’te, Demokratik Almanya
Cumhuriyeti
(DAC) yönetimindeki Doğu Berlin’de inşaat işçilerinin bir
bölümünün
sürekli olarak artırılmakta olan iş yüküne karşı kendiliğinden

gelişen bir gösteri düzenlemeleriyle patlak veren ayaklanma.

Tarihsel
Gelişimi

1950’lilerin başlarında, Kızıl Ordu’nun II. Dünya
Savaşı sonunda ele
geçirdiği ülkelerin siyasi ve toplumsal yapısı az
çok Sovyetler
Birliği’ninkine benziyordu. Toprak ve sanayi
millileştirilmiş ve geriye
önemli sayılabilecek büyüklükte herhangi
bir burjuva mülkiyeti
kalmamıştı. İktidar, sosyalizmi inşa etmekte
olduğunu iddia eden
monolitik Stalinist partilerin elindeydi.
Buna
karşılık bu devletlerle Sovyetler Birliği arasında, kökenleri
itibariyle
önemli bir farklılık vardı. Sovyet Devleti, daha sonra
ihanete
uğrayan muzaffer bir proleter devrimi ile kurulmuştu. Doğu
Avrupa
devletleri ise işçi sınıfının aktif desteği şöyle dursun, bu
sınıfın
şiddetli bir biçimde baskı altına alındığı koşullarda ortaya
çıktı.

Stalin, başlangıçta Doğu Avrupa’da büyük çaplı millileştirmeler
yapmayı
amaçlamıyordu. Stalin’in dış politikası, iç politikası gibi,
tek bir
egemen saik tarafından belirleniyordu: Sovyet
bürokrasisinin kendisini
koruması. Stalin’in temel endişesi II.
Dünya Savaşı’nın Birinci Dünya
Savaşı sonrasındaki gibi bütün
Avrupa’yı kasıp kavuran yeni bir işçi
sınıfı ayaklanma dalgasını
tetiklemesiydi. Böyle bir devrimci dalga
Sovyet işçi sınıfını
Stalinist rejime karşı ayaklanmaya teşvik edip
rejimin sallanmasına
neden olabilirdi. Bu nedenle Stalin’in savaş
tarafından temelleri
sarsılmış olan burjuva rejimlerini yeniden kurmakta
yaşamsal bir
çıkarı vardı.
Aynı zamanda, Moskova bürokrasisi az daha Sovyetler
Birliği ’nin mahvına
yol açacak olan Alman saldırısının şoku
nedeniyle hâlâ ayakta zor
duruyordu. Bürokrasi başka bir emperyalist
saldırıya karşı belirli
garantiler istiyordu.

Sovyetler
Birliği ile Amerikalı, Britanyalı ve Fransız müttefikleri
arasında
yapılan Tahran, Yatla ve Potsdam konferanslarında varılan
anlaşmaların
arka planında bunlar yer alıyordu. Sovyetler Birliği ’ne,
batı
sınırlarını kapitalist Avrupa’dan ayıracak olan bir dizi tampon
devlet
- Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve
belli
bir ölçüde Yugoslavya ve Arnavutluk- üzerinde denetim kurma hakkı
tanındı.
Almanya, Sovyetler Birliği , Amerika Birleşik Devletleri,
Britanya
ve Fransa tarafından ortaklaşa yönetilecek ve dört işgal
bölgesine
bölünecekti.

Tampon devletler üzerinde denetim hakkı tanımak
emperyalist güçler
açısından verilmiş büyük bir ödün değildi. Bu
ülkelerde burjuvazi çok
zayıftı ve Nazilerle yapmış olduğu işbirliği
nedeniyle itibarını
yitirmiş durumdaydı. İşçi sınıfını sadece
Stalinizm denetim altında
tutabilirdi. Stalin ise emperyalist
güçlere Batı Avrupa’da burjuva
egemenliğinin yeniden kurulması için
destek sağlayacağına dair söz
verdi. Sovyet bürokrasisi, Doğu
Avrupa’da – bütünüyle denetimi altında
olmasına ve burjuva
partilerin çok zayıf olmalarına karşın - burjuvaziyi
yeniden
iktidara getirdi. Birçok durumda burjuva siyasetçiler
tarafından
yönetilen bu hükümetlerin kilit bakanlıkları, rejimin
Moskova’ya
sadık kalmasını güvence altına almak için Stalinist partinin
temsilcilerinin
elinde oluyordu. Bu, burjuvazinin iktidara yeniden
tırmanabilmek
için sahip olduğu tek şanstı. Yerel Komünist partilere,
işçi
sınıfının göstereceği herhangi bir bağımsız inisiyatifi bastırma
talimatı
verilmişti. Sovyetler Birliği ’de sürgünde bulunan Komünist
parti
üyeleri bu iş için sistematik bir biçimde eğitildiler.

Soğuk
Savaşın Etkileri

Savaş sonrasındaki ilk üç yılda Sovyet işgal
bölgesinde çok az sayıda
millileştirme yapıldı. Bunun tek istisnası
Alman ordusunun ve
gericiliğinin omurgasını oluşturan feodal toprak
sahibi Yunkerlerin
sahip oldukları topraklar ve savaş suçlularının
mallarıydı. Buna ek
olarak çok sayıda fabrika söküldü ve savaş
tazminatı olarak Sovyetler
Birliği ’ne götürüldü. Bu uygulama
fabrikaların bir çoğunun, şimdi artık
işlerini kaybetmekte olan
işçiler tarafından yeniden inşa edilmesini
gerektirdiğinden, Sovyet
işgal yetkilileri ile yaşanan sürekli bir
sürtüşmenin kaynağı haline
geldi.

Soğuk Savaş’ın başlaması Doğu Avrupa’ya yönelik
Stalinist politikada
değişikliklerin yaşanmasına yol açtı. Soğuk
Savaş’ın kendisi,
emperyalizmin, Stalinist partilerin verdiği destek
sayesinde erişmiş
olduğu siyasi istikrarın bir sonucuydu. Batılı
hükümetler, ani bir
devrim tehdidinden korkmamaya başladıkları
ölçüde, Sovyetler Birliği
üzerindeki ekonomik, siyasi ve askeri
baskıyı artırmaya başladılar. 1947
yılında, Marshall Planı
temelinde, Batı Avrupa’nın ekonomik olarak
yeniden inşasına
başlandı. Bir yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri ve
Batı Avrupa
arasındaki askeri ittifak olan NATO kuruldu. Ve 1950’de
Kore
Savaşı’nın başlaması ile birlikte Soğuk Savaş ilk zirve noktasına
ulaştı.

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Stalinizmin Doğu Avrupa
üzerindeki
denetimi iki cepheden tehdit edilmeye başlanmıştı. Bir
yandan işçi
sınıfı Stalinizme karşı gittikçe daha fazla düşmanca bir
tavır alıyordu.
İşçi sınıfı, sanayinin sökülüp götürülmesinden,
ardı ardına gelen
ödemelerden ve artan yalıtılmışlıktan kaynaklanan
ekonomik altüst oluşun
bedelini ödemeye zorlanıyordu. İşçiler, yaşam
standartlarında herhangi
bir artış olmadan, sürekli olarak
üretkenliklerini ve performanslarını
arttırmaya zorlanıyordu. Aynı
zamanda, bürokrasinin işçi sınıfına karşı
bir ağırlık oluşturmak
üzere beslediği burjuva unsurlar yüzlerini Batıya
dönmeye başlamış
ve bu şekilde Sovyet denetimini tehlikeye sokmuştu.

1948 yılında
Moskova ile Yugoslavya arasında, Doğu Avrupa üzerindeki
Stalinist
denetimin altını biraz daha oyan açık bir anlaşmazlık patlak
verdi.
Yugoslav Komünist Partisi iktidara güçlü bir partizan hareketinin

başını çekerek gelmişti ve Moskova’ya diğer Doğu Avrupa partilerine
kıyasla
daha az bağımlıydı. Yugoslav Komünist Partisi’nin önderi Tito,
Stalin’in
emirlerini kabul etmeye daha fazla razı değildi. Tito,
sosyalizme
giden alternatif bir yol konusunda umutların doğmasına yol
açtı
ancak kısa bir süre sonra emperyalizmle kendi uzlaşmasını
sağlamaya,
emperyalist blok ile Sovyet bloku arasında bir manevra
politikası
uygulamaya karar verdi.

Bir yandan işçi sınıfı, diğer yandan
burjuvazi tarafından tehdit edilen
Stalinist bürokrasi programını
değiştirmeye zorlandı. Ulusal burjuvazi
ile bir arada varolmak artık
daha fazla mümkün değildi. Burjuva
siyasetçiler ve partiler
hükümetlerden tasfiye edildi ve burjuva
mülkiyeti büyük ölçüde
kamulaştırıldı. Almanya’da bu gelişmeler
özellikle keskin bir biçim
aldı, çünkü bu ülkenin siyasi statüsü
konusunda henüz nihai bir
karar alınmamıştı.

Stalin, 1948’de, hâlâ siyasi olarak tarafsız
ve Sovyetler Birliği ’nin
üzerinde belirli bir etkiye sahip
olabildiği, birleşik bir Alman devleti
yaratmayı umuyordu. Stalin,
bu seçenekten 1952 yılına kadar tam olarak
vazgeçmedi. Bu tür bir
perspektifle Sovyet işgal bölgesinde SPD ve KPD
–Sosyal Demokrat ve
Komünist partiler- SED’in (Almanya Birleşik
Sosyalist Partisi)
çatısı altında birleştirildiler. Aynı amaca hizmet
etmek üzere
burjuva partileri SED ile bir blok oluşturdular.

Ancak SPD
Batıdaki bölgelerde KPD ile birleşmeyi reddetti ve Almanya’nın
Batı
bloku ile bütünleşmesi için hummalı bir şekilde çalıştı. CDU da
aynı
politikayı uyguladı ve Amerikan ve Britanya hükümetlerinden destek
gördü.
1948 Haziranında, Berlin’in Batı Kesimi de dahil olmak üzere,
Batı
bölgelerinde yeni bir para birimi, Sovyet hükümetiyle öncesinde
herhangi
bir anlaşmaya varılmadan, tedavüle sokuldu. Halen eski para
biriminin
tedavülde olduğu Doğu Alman ekonomisi çökme tehdidiyle karşı
karşıya
kaldı.

Almanya'nın Bölünüşü ve Toplumsal Huzursuzluk

Stalinistler,
politikalarının yaşam standartlarında daha fazla düşüşe
yol
açacağından, para reformuna bir günlük genel grevle tepki göstermiş
olan
Batı bölgelerindeki işçilere çağrı yapabilirlerdi. Bunun yerine,
bütün
insan ve yük trafiğini durdurarak Batı Berlin’i ablukaya almayı
kararlaştırdılar.
Sıkıntıyı çeken Batı Berlin işçileri oldu. Amerikan
hükümeti bu
fırsatı bir hava köprüsü
kurmak ve kendisine Batı Berlin halkının
kurtarıcısı süsü vermek için
kullandı.
Şimdi Almanya’nın
bölünmesi tasdik edilmiş oluyordu. 1949 Mayısında
Amerikan, Britanya
ve Fransız bölgelerinde Federal Alman Cumhuriyeti
kuruldu. Beş ay
sonra, Sovyet bölgesinde Demokratik Alman Cumhuriyeti
kuruldu. Doğu
Almanya’da burjuva mülkiyeti hızla ortadan kaldırıldı.
1948’de
Sovyet bölgesindeki bütün bankalar millileştirildi. 1951’de Doğu

Alman parlamentosu birinci beş yıllık planı kabul etti ve 1952’de
yapılan
bir parti konferansı "DAC’de sosyalizmin temellerinin sistemli
bir
biçimde kurulması gerektiğini" ilan etti.

Millileştirmeler
işçiler tarafından memnuniyetle karşılanıyordu. Bu
memnuniyet
kendisini 1946’da Saksonya’da savaş suçlularının ve Nazi
eylemcilerinin
sahip oldukları büyük fabrikaların kamulaştırılması ile
ilgili
oylamada göstermişti –lehte oy kullananların oranı yüzde 78
olmuştu.
Bununla birlikte millileştirmelere işçi sınıfına karşı
yöneltilmiş
daha ağır bir baskı dalgası eşlik ediyordu.

Stalinist SED, resmi
olarak "Bolşevik tipte Leninist parti" olarak ilan
edildi ve
çeşitli kereler tasfiyeler yapıldı. Tasfiyelerin ilk
kurbanları eski
SPD üyeleri oldu. Bundan sonra sıra 1933 öncesinde KPD
dışında olan
ve KPD’ye 1945’de yeniden katılmış olan komünist grupların
üyelerine
geldi. Nihayet, savaş öncesinde KPD ve SPD içinde aktif
olanların
bir çoğu ihraç edildi ve yerlerine savaş sonrasında Stalinist
okullarda
eğitilmiş, genç, deneyimsiz üyeler yerleştirildi.

1949’da
yapılan parti seçimlerinde daha önceki parti görevlerinin sadece

dörtte biri yeniden seçilebildi. Yeni görevlilerin üçte ikisi 1945
öncesinde
ne SPD’de, ne de KPD’de siyasi olarak aktifolmamışlardı.
Atmosfer,
göz korkutma ve "Sosyal Demokrat", "Troçkist" ve "Titoist"
ajanlık
suçlamalarıyla doluydu. Stalin kültü yeni doruklara ulaşıyordu.

Burjuva
partileri resmi olarak yok edilmemişti. Bunun yerine
bürokrasinin
yardımcı enstrümanlarına dönüştürülmüş ve sadık
Stalinistlerin
denetimi altına sokulmuşlardı. Hatta iki tane yeni sağcı
parti
kuruldu. Bunların görevi daha önce siyasi faaliyet göstermeleri
yasaklanmış
eski sağcıları ve hatta faşistleri DAC rejimine payandalık
yapmak
üzere örgütlemekti.

Doğu Avrupa Devletleri'nin Sınıf Karakteri

Doğu Avrupa’da yaşanan siyasi değişimler önemli siyasi soruların
sorulmasına
yol açtı. Stalinist bürokrasi tarafından uygulanan geniş
kapsamlı
millileştirmelerin ardından burjuva sınıfından geriye pek bir
şey
kalmamıştı. Doğu Avrupa devletleri hâlâ burjuva devletler olarak
tanımlanabilir
miydi ya da bunlar işçi devletleri miydi? Bu sorular
Dördüncü
Enternasyonal’in içinde yoğun bir tartışma başlattı. Bu
tartışma
nihayet 1953 yılında, Michel Pablo ve Ernest Mandel’in başını
çektiği
bir oportünist kanat ile Uluslararası Komite tarafından temsil
edilen
Marksist kanat arasında bir bölünmenin yaşanmasıyla sonuçlandı.
Dördüncü
Enternasyonal’in içinde, 1948’den itibaren, Doğu Avrupa
devletlerinin
işçi devletleri olarak tanımlanması gerektiği yolunda
düşünceler
öne sürülmeye başlandı. Bu tür bir tanımlamanın lehinde öne
sürülen
gerekçeler ampirisist bir doğaya sahipti. Gerçekler ya da gerçek

olduğu kabul edilen şeyler sıralanıyor ancak verili fenomenin tarihsel
kökenlerine
ve bir bütün olarak uluslararası bağlama hiçbir rol oynama
hakkı
tanınmıyordu. Doğu Avrupa devletleri Sovyetler Birliği ’ne çok
benziyorlardı
–bu inkar edilmesi mümkün olmayan bir gerçekti. Dördüncü
Enternasyonal,
Sovyetler Birliği ’nin yozlaşmış olsa da bir işçi devleti
olduğu
konusunda her zaman için ısrarcı olmuştu. Dolayısıyla bu
devletler
de birer işçi devletiydiler.

Dördüncü Enternasyonal’in çoğunluğu
bu türden kolaycı bir kıyaslamayı
reddetti. İki temel itiraz
yapıldı. Bunlardan ilki millileştirmelerin
kendi başına bir işçi
devletini tanımlamaya yeterli olmayacağıydı. Temel
sorun ise
millileştirmelerin nasıl yapıldığı ve onları yapanın kim
olduğuydu.

Doğu Avrupa devletlerinin, aceleci bir biçimde işçi devletleri
olarak
tanımlanmasına karşı yöneltilen itirazlar, bu gelişmelerin
kendi
uluslararası bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini
söylüyordu.
Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Komitesi
1949 Nisanında
aldığı bir kararda şu vurguyu yapıyordu: "Stalinizmin
değerlendirilmesi
lokalize olmuş sonuçlar temelinde yapılamaz; bu
değerlendirme
Stalinizmin dünya ölçeğindeki eylemlerinin bütününden
hareket
etmelidir." Karar, Stalinizmin "kapitalist düzenin Avrupa’da
ve Asya’da
aniden ve eş zamanlı olarak çökmesini engelleyen
belirleyici bir etken"
olduğuna işaret ediyordu.

DAC’nin
yıkılmasından 40 yıl önce yazılmış olan bu satırlar, onun
çöküşünü
anlayabilmek açısından kritik bir öneme sahiptir. Pek çok
Marksist
öngörü için söz konusu olduğu gibi, bu öngörünün de
gerçekleşmesi,
onu kaleme alanların düşündüğünden daha uzun bir zaman
aldı. Ancak
Doğu Avrupa’da uygulamaya konulduğu iddia edilen "sosyalist"

önlemlerle kıyaslandığında, Stalinizmin eylemleri ile dünya
proletaryasının
bilincinde yarattığı tahribat – uzun vadede – çok daha
ağır
basmıştır.

En nihayetinde, Dördüncü Enternasyonal, Doğu
Avrupa’da kurulan
devletleri tanımlamak üzere "yozlaşmış işçi
devletleri" kavramını
kullandı. Ancak bunu yaparken "yozlaşmış"
sıfatına vurgu yaptı. Bu
şekilde, bu devletlerin kökenlerinin çarpık
ve anormal karakterine
işaret etmiş oldu. Bu tanım, bu devletlerin,
egemen bürokrasi devrimci
bir işçi hareketi tarafından alaşağı
edilmediği ve işçi iktidarının
gerçek organlarını kurmadığı sürece,
kendi ayakları üzerinde
duramayacaklarını anlatıyordu.

Kısa
bir süre içinde, tartışmanın ilk başlarında Doğu Avrupa’daki
rejimlerin
bir işçi devleti olarak tanımlanması gerektiği konusunda
ısrar
edenlerin aslında farklı bir perspektif geliştirmekte oldukları
görüldü.
1949’un Eylülünde Michel Pablo "kapitalizmden sosyalizme
geçişin
yaşanacağı, yüzyıllara yayılacak olan bütün bir tarihsel dönem
boyunca,
devrimin, öğretmenlerimizin önceden düşündüklerinden çok daha
çapraşık
ve karmaşık gelişimiyle karşılaşacağız- ve işçi devletleri
normal
değil, fakat kaçınılmaz olarak tamamen yozlaşmış olacaklar"
öngörüsünü
yaptığı bir makale yayınladı.

Burada, Doğu Avrupa’da kurulan
rejimler, artık, varlığını sürdüremeyecek
olan tarihsel yozlaşmalar
olarak değil, fakat sosyalizme giden yolda
geçiş sağlayan ve hatta
gerekli olan bir aşama olarak sunulmaktadır. Bu
noktada Stalinizme
ilerici bir rol atfedilmesine fazla bir mesafe
kalmamıştı. Aslında
Pablo’nun ulaştığı sonuç da buydu. Ona göre Doğu
Avrupa’da
yaşananlar, Stalinizmin nesnel gelişmelerin baskısı altında
kendisini
reforme edebileceğini göstermişti. Dördüncü Enternasyonal’in
bağımsız
partilerini inşa etmeye artık gerek yoktu. Bunun yerine
Dördüncü
Enternasyonal’in kadroları –onun tanımladığı şekliyle- "gerçek
kitle
hareketi"nin içine girmeli ve Stalinist ve diğer bürokratik
güçleri
etkilemeliydi.

Pablo, Dördüncü Enternasyonal’in seksiyonlarını
Stalinist partilerin
içinde eritti ve sekreter olarak konumunu
kötüye kullanarak, bu gidişe
karşı çıkan herkese bürokratça tavır
aldı. Bu durum, James P. Cannon’ın
"Açık Mektup"unun –Uluslararası
Komite’nin kurucu belgesinin-
yayınlanmasına yol açtı.

Doğu
Almaya'da Ayaklanma

Dördüncü Enternasyonal içindeki tartışma
ilerlerken, Doğu Avrupa’da
yaşanan olaylar Uluslararası Komite’nin
haklılığını kanıtladı. Dördüncü
Enternasyonal’de yaşanan bölünmeden
kısa bir süre önce, Doğu Almanya’da
işçi sınıfı ile Stalinist
bürokrasi arasındaki çatışma en yüksek
noktasına ulaştı. 16 Haziran
1953’te –Stalin bu tarihten üç ay önce
ölmüştü- Doğu Berlin’deki
inşaat işçilerinin bir bölümü, sürekli olarak
artırılmakta olan iş
yüküne karşı, kendiliğinden gelişen bir gösteri
düzenlediler. Kısa
bir süre içinde 10.000 işçi daha bu protestolara
katıldı. Ertesi
gün, bütün Doğu Almanya’da, yüz binlerce işçi greve
gitti. İşçiler
sadece eski çalışma koşullarına geri dönmeyi değil, fakat
aynı
zamanda hükümetin istifasını ve serbest seçimlerin yapılmasını da
talep
ediyorlardı. Halle, Merseburg ve Magdeburg’da grev komiteleri
şehirlerin
denetimini geçici olarak ele geçirdi ve siyasi mahkumları
serbest
bıraktı.
Stalinist egemenler ve Sovyet işgal güçleri isyanı kaba
kuvvet
kullanarak bastırdılar. Savunmasız işçilere karşı tanklar
gönderildi.Yüzden
fazla insan öldürüldü. Yüzlerce işçi tutuklandı ve
yıllarca hapiste
kaldı. Greve önderlik eden altı kişi ölüme mahkum
edildi.

Doğu
Almanya’da meydana gelen kanlı olaylar işçi sınıfının yaratacağı
basınçla
Stalinist bürokrasinin kendini reforme edeceğine ve işçi
sınıfının
çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayacağına dair
Pablocu
iddiayı açıkça çürütüyordu. Oportünist çizgilerini savunurken
"gerçekler"
konusunda ısrarcı olan oportünistler, oportünist
yönelişlerine ters
düştüğünde gerçeklere karşı tamamen duyarsız
kalıyorlardı. Bununla
birlikte, oportünizm bir siyasi yanlış anlama
değildir, aksine
sınıflı toplumda derin nesnel kökleri vardır.

Uluslararası
Komite, Doğu Almanya’daki ayaklanmayı "Sovyetler Birliği
’nde
iktidarı gasbetmesinden ve konsolide etmesinden bu yana, Stalinizme

karşı yapılan ilk kitlesel ayaklanma" olarak değerlendirirken, Pablo
bütün
bu kanlı olayları göz ardı etti. Pablo, bunun yerine, ayaklanmanın

ardından korkuya kapılan bürokrasinin işçilere kimi ekonomik ödünler
verdiğini
vurguladı. Bu ekonomik ödünleri, kendi teorisinin doğruluğunu
gösteren
yeni bir kanıt olarak sundu.

Pablo şunları yazdı: "Sovyet
önderler ve şu çeşitli ‘Halk
Demokrasileri’nin ve Komünist
Partilerin önderleri, bu olayların derin
anlamını daha fazla
çarpıtamaz ya da göz ardı edemezler. Kendilerini
kitlelerin
desteğinden sonsuza dek mahrum etme ve daha güçlü patlamalara
yol
açma riskinden kaçınabilmek için hâlâ, daha fazla ve gerçek ödünler

verme yolunda yürümek zorundalar. Bundan sonra yarı yolda
duramayacaklar.
Yakın gelecekte daha ciddi patlamaların yaşanmasını
önlemek ve eğer
mümkünse mevcut durumdan, kitleler için daha tahammül
edilebilir
bir ortama ‘istemeye istemeye’ geçmek için ödünler vermek
zorundalar."
(The Heritage We Defend, s 234-235)

Bu sözler, bütünüyle, karşı
devrimci Stalinizm için özürler bulmaya
yönelikti. Üç yıl sonra,
daha önce Doğu Almanya’da yaşanmış olanlar, bu
kez Macaristan’da,
çok daha geniş bir ölçekte tekrarlandı. Ancak
Pablocular,
Stalinizmin içindeki solcu eğilimler hakkında spekülasyonlar
yapmaya
devam ettiler. Pablocular, bizzat Stalinizmin bir payandası
haline
geldiler ve işçi sınıfının devrimci bir perspektiften uzak
tutulmasında
kritik bir rol oynadılar.

Ayaklanma Sonrası Dönem

Doğu
Almanya’da egemen bürokrasi 1953 ayaklanmasından sonra kimi
ekonomik
ödünler verdi ancak bunlar uzun ömürlü olmadı. Bu ödünleri,
bürokrasinin
yaptığı "sosyalizmin inşası" yolunda atılacak ileri
adımlarla
ilgili yeni çağrılar izledi. Her zaman olduğu gibi, bu
çağrılar,
sömürü ve baskının yoğunlaşacağının bir işaretiydi.

1957
yılında, sadece yurtdışına yapılan gezilere değil, fakat aynı
zamanda
DAC içinde seyahat etmeyi de sıkı denetim altına alan bir
pasaport
yasası uygulamaya kondu. SED’in 1958’de yapılan Beşinci
Kongresi,
"sosyalizmin 1965 yılında tamamlanacağını" ilan etti ve Doğu
Alman
sendikalarının tarihindeki en büyük tasfiye hareketi başlatıldı.
Bütün
sendikalarda yöneticilerin üçte ikisinden fazlasının yerine, en
sadık
Stalinist bürokratlar getirildi.

Ancak bürokrasinin işçi sınıfı
üzerinde uygulayabileceği baskının bir
sınırı vardı. İşçiler her an
"ekonomik mucizenin" cazip işler yarattığı
Batı Almanya’ya
gidebilirlerdi. 1959’da, 145.000 kişi DAC’yi terk etti;
1960’da bu
sayı 200.000 olmuştu ve 1961’de 300.000 kişinin ülkeyi terk
etmesi
bekleniyordu. Gidenler özelikle genç kuşaktan –gidenlerin yarısı
25
yaşın altındaydı- ve çalışmaya en uygun durumda olanlardı. Ekonomi,
en
üretken işçilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

1961’de
Berlin Duvarı’nın inşa edilmesinin nedeni buydu. DAC’yi terk
etmek,
bir gece içinde olanaksız hale geldi. Bunu deneyecek olanlar için

vurulma tehlikesi söz konusuydu. SED, duvarın "faşizme karşı koruyucu
bir
engel" olduğunu iddia ediyordu ancak herkes onun orada, faşistlerin
içeriye
girmesini değil, DAC vatandaşlarının dışarıya çıkmasını
engellemek
için durduğunu biliyordu.

Bürokrasi, duvarın sağladığı
korumayla, egemenliğini belli bir ölçüde
sağlamlaştırmayı başardı.
Üretim araçlarının millileştirilmesi temelinde
ve dünya
ekonomisindeki genel büyümenin yardımıyla, önemli bir ekonomik

gelişme sağlandı. 1950 ile 1974 yılları arasında sanayi üretimi yedi
kat
arttı. 1969 yılında DAC 17 milyonluk nüfusuyla, Alman Reich’ının
1936’da
60 milyon nüfusla ürettiğinden daha fazla sanayi malı
üretiyordu.

Bürokrasi şimdi işçi sınıfına hatırı sayılır toplumsal ödünler
verebilecek
araçlara sahipti. Eğitim, çocuk bakımı, konut, sağlık,
sosyal
güvenlik ve kültür alanında kapitalist ülkelerin bir çoğunun
ötesine
geçtiler. Ancak ne millileştirilmiş üretim araçları, ne de
toplumsal
kazanımlar DAC’yi, SED’in iddia ettiği gibi sosyalist bir
toplum
yapmıyordu.

17 milyonluk bir ülkede bürokrasi, yurttaşlarının
yaşamının her
veçhesini izlemesi için 200.000 tam zamanlı ve kısmi
zamanlı gizli ajan
besliyordu. Stasi –ya da halk arasındaki takma
adıyla "millileştirilmiş
dinleme ve yakalama şirketi"- şüpheli
unsurlardan, onları tutuklamak
istediğinde, arama yaparken köpekleri
kullanabilmek için, koku örnekleri
bile topluyordu. Örnekler
plastik torbalar içinde, dikkatle
saklanıyordu. Diğer pek çok alanda
olduğu gibi, Stasi’de de etkinlik ve
ucubelik, beceriksizlikle iç
içe geçiyordu.

Bürokrasi sadece siyasi muhalefetten korkmuyordu;
bağımsız ya da
orijinal olan her tür düşünceden de korkuyordu.
Özellikle sanatçılar,
birçoğu bütünüyle apolitik olmalarına karşın,
dikkatle izleniyorlardı.

Batıya Yakınlaşma

1960’ların
sonlarında Batı dünyasını sarsan militan işçi sınıfı ve
öğrenci
mücadeleleri Doğu Avrupa’ya da yayıldı. 1968 yılı, DAC’ninki de
dahil
olmak üzere, beş Varşova paktı devletinin orduları tarafından
bastırılan
Prag Baharı’na tanıklık etti. 1970’te Polonya bir grev
dalgası ile
sarsıldı. Gdansk tersanesi işçilerine karşı tanklar
kullanıldı ve
onlarca işçi öldürüldü. DAC’da da huzursuzluk belirtileri
görülüyordu.

1971’de, Ulbricht, SED’in liderliğinden uzaklaştırıldı ve yerine en

yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Erich Honecker getirildi.
Honecker,
sistematik siyasi baskı politikasını işçi sınıfına verilen
büyük
maddi ödünlerle birleştirdi. Honecker bunu batıyla olan ekonomik
ilişkilerini
arttırarak yapabildi.

Willy Brandt, 1969 yılında, savaştan bu
yana Batı Almanya’daki ilk
sosyal demokrat hükümeti kurdu. Brandt,
kendi Doğu politikasını
Ostpolitik uygulamaya koydu ve 1970 yılında
Polonya’ya bir ziyaret
gerçekleştirdi. 1972’de, Doğu ve Batı Almanya
arasındaki siyasi
ilişkileri normalleştiren bir anlaşma imzalandı.
Bu politika Alman
burjuvazisinin ve Stalinist bürokrasinin
karşılıklı olarak yararınaydı.
Burjuvazi için Doğu’ya doğru ekonomik
genişleme, 1970’lerin ilk
yarısında ekonomiyi etkisi altına alan
krizin etkilerini bertaraf etmek
açısından kritik öneme sahipti.
Stalinist rejimler için Batının desteği,
işçi sınıfının meydan
okuyuşuyla başa çıkabilmek etkili bir önlem
olacaktı.

Sonuç
olarak, iki Alman devleti arasındaki ticaret büyük bir hızla
büyüdü.
Geçen on yılın sonunda, Doğu Almanya dış ticaretinin yüzde
30’unu
Batı ile yapar hale gelmişti. DAC, Batı Alman hükümetinden teknik

yardım ve büyük tutarda borç aldı, transit geçişler karşılığında ve
siyasi
mahkumların özgürlüğünü satarak milyonlarca mark nakit elde etti.

İki hükümet arasında yakın kişisel ilişkiler kuruldu ve düzenli olarak
konsültasyonlar
yapılır oldu. Doğu Almanya’da yaşam standartları bu
temel üzerinde
hızla yükselmeye başladı. 1970’ler boyunca gelirler üçte
bir
oranında arttı, tasarruflar ikiye katlandı ve perakende ticaret
yüzde
56 oranında arttı. Hane halkının yüzde 40’ının bir otomobili
vardı,
yüzde 84’ü çamaşır makinesi ve yüzde 88’i televizyon sahibiydi.

Fakat
Honecker’in "tek ülkede sosyalizmin" başarısı olarak övdüğü şey,
aslında
tam tersi yönde bir gelişmeye işaret ediyordu. DAC, dünya
ekonomisinin
kaynaklarını ne kadar fazla kullanırsa, onun ticaret
döngülerine ve
krizlerine o kadar bağımlı hale geliyordu. 1980’lerde
yaşanan
değişimler DAC’nin altını oydu ve en sonunda da çöküşüne yol
açtı.

Bilgisayar teknolojisinin üretimin her veçhesinde kullanılmasının
sonucunda
emek üretkenliğinde yaşanan artışa ayak uyduramayan DAC,
uluslararası
rekabette geriye düştü. Dünya mühendislik ürünleri
ihracatında
1973’te yüzde 3,9 olan pazar payı, 1986’da yüzde 0,9’a
geriledi.
Alınan kredileri ve ithal edilen malları, artan ihracatla
finanse
edebilme olanağı ortadan kalkmıştı.

Dünya ekonomisindeki
değişimler, diğer Doğu Avrupa ülkeleri ve Sovyetler
Birliği üzerinde
de benzer etkiler yarattı. Bu ülkelerin en önemli
ihracat kaynağı
olan hammaddelerin fiyatı düştü. Ucuz sanayi ürünleri
sağlayıcısı
olarak, en modern teknolojiyi en ucuz emekle bir araya
getiren Doğu
Asya kaplanlarının meydan okuyuşu ile karşı karşıya
kaldılar.
İhracatı arttırma umudu ile alınan devasa borçlar, işçi
sınıfını
artan oranlarda sömürerek ödenmek zorunda kaldı.
Bu durumun siyasi
etkileri ilk olarak Polonya’da görüldü. 1980 ve
1981’de bütün
Stalinist rejimleri korkutan kitlesel Solidarnosc
[Dayanışma]
hareketi patlak verdi.

Moskova’daki egemen kast, benzer bir
hareketin Sovyetler Birliği ’nde de
gelişebileceğinden ve
kendilerini de önüne katıp götüreceğinden korktu.
Egemen kast,
epeyce tereddüt geçirdikten sonra, işçi devletinin, altmış
yıl
boyunca sömürmüş oldukları mülkiyet ilişkilerini terk etmeye ve
ayrıcalıkları
için burjuva özel mülkiyeti içinde yeni bir temel bulmaya
karar
verdi. Gorbaçov’un ve onun perestroyka politikasının yükselişinin
önemi
buradaydı.

Honecker, perestroykaya karşı çıktı. Doğu Almanya’da
bu politikanın
uygulanması durumunda, DAC’nin sonunun geleceğini
gayet doğru bir
biçimde anlamıştı. Tarihte ilk kez, SED’in sloganı
olan "Sovyetler
Birliği ’nden öğrenmek kazanmayı öğrenmek anl*****
gelir" sloganı bir
kenara bırakıldı. Hatta popüler Sputnik dergisi
gibi kimi Sovyet
yayınları yasadışı yayın sayılmaya başlandı. Her
şeye rağmen, DAC yok
olmaktan kurtulamadı. Hızla iflasa doğru
sürüklendi.
Yıllar sonra, Politbüro’nun ekonomiden sorumlu üyesi
Fuenther Mittag,
Der Spiegel dergisiyle yaptığı bir görüşmede, o
sıralarda "birleşme
olmadan DAC’nin toplumsal sonuçları
öngörülemeyecek bir felakete doğru
gideceğine, çünkü kendi ayakları
üzerinde durmaya devam edemeyeceğine"
ikna olduğunu açıkladı.
Mittag, 1987’nin sonunda "oyunun bittiği"ni
anladığını itiraf etti.
Fakat halkın büyük bölümünün bürokrasinin oyunu
bırakmış olduğunu
anlayabilmesi için iki yıl gibi bir süre geçmesi
gerekecekti.

DAC'nin
Çöküşü

1989 baharında DAC’deki siyasi atmosfere umutsuzluk ve
felç olma hali
damgasını vuruyordu. Eğer o günlerde bir kamuoyu
araştırması yapmak
mümkün olsaydı, büyük çoğunluk, hiç tereddüt
etmeden, ilk olarak işlerin
bundan böyle sadece daha kötüye
gidebileceğini ve ikinci olarak da
egemen kliği iktidardan
uzaklaştırmanın hiçbir yolu olmadığını söylerdi.

Volkskammer
(Doğu Alman Parlamentosu) Haziran ayında oy birliğiyle Çin
rejimini,
Tiananmen Katliamı ile ilgili olarak kutlama kararı alınca,
genel
hüsran duygusu daha da yoğunlaştı. Altı ay sonra, Almanya’nın
Gorbaçovu
pozuna girecek olan Hans Modrow, kişisel olarak tebriklerini
iletmek
üzere Pekin’i ziyaret etti.

Nihayet, genel hoşnutsuzluk
kendisine bütünüyle apolitik bir çıkış yolu
buldu. Yüzlerce Doğu
Alman tatilci, Prag’da, Budapeşte’de ve Varşova’da
Batı Alman
elçiliklerini, Batı Almanya’ya gitmelerine izin verilmesi
talebiyle
işgal ettiler. Macaristan hükümeti Avusturya sınırını açınca
on
binlerce insan Batıya geçti. Bu terk etme dalgası, Doğu Alman
hükümeti
açısından otoritesinin altını oyan esaslı bir utanç kaynağıydı.

Eylül
ayının başlarında ilk ürkek gösteriler başladı. İlk başlarda
gösterilere
sadece birkaç yüz kişi katılırken, daha sonraları binlerce
ve
nihayet yüz binlerce insan katılır oldu. Devlet uzunca bir süre
boyunca
nasıl bir tepki vermesi gerektiğine karar veremedi. Kimi
insanlar
tutuklandı ve bunlara gözdağı verildiyse de, ordu olaylara
müdahale
etmedi.

Gorbaçov, 7 Ekimde, gösterilerin tam orta yerinde,
DAC’nin 40. kuruluş
yıldönümü kutlamalarına katılmak üzere
Almanya’ya gitti. Gorbaçov,
yaptığı konuşmada Honecker’i
desteklemeyeceğini belirtti. Bu, SED’in
çizgisinin değişmesine neden
oldu. Şimdi artık SED, aktif bir biçimde,
kapitalist restorasyon ve
Almanya’nın birleşmesi için çaba göstermeye
başlamıştı. Honecker,
Politbürodaki kendi adamları tarafından görevden
uzaklaştırıldı ve
yerine gösterileri "halkla diyalog" adını verdiği
uygulama ile
yatıştırmaya çalışan Egon Krenz getirildi. Meydanlarda
yapılan
siyasi tartışmalara binlerce insan katıldı. Ancak gösteriler
gittikçe
büyüyordu. 4 Kasımda, Doğu Berlin’de bir milyon insanın
katılımıyla
Almanya’nın tarihindeki en büyük gösterilerden biri yapıldı.

Üçgün
sonra, Gorbaçov’un destekçisi olarak bilinen Hans Modrow
başbakanlığa
getirildi. Ertesi gün Berlin Duvarı açıldı ve milyonlarca
insan
Batı Almanya’ya gidip gelmeye başladı. Bu, o an için, hükümetin
üzerindeki
baskının bir bölümünü ortadan kaldırdı.

Bugün halihazırda
PDS’nin onursal başkanı olan Modrow, daha sonraki
yıllarda,
başbakanlık yaptığı dönemle ilgili bir kitap yazdı. Modrow’a
göre
1989-90 kışında bir devrimin yaşanması an meselesiydi: "Ahlaki
çürümenin
gündelik olarak sergilenişi ve SED’in üst düzey görevlilerinin

yetkilerini kötüye kullanmaları genel öfkeyi patlama noktasına
getirmişti…
İnsanların öfkesi komün, şehir ve semt yetkililerine
yönelmişti.
Birçok yerde bunların faaliyet alanları büyük ölçüde
daraltılmıştı.
Grevler, geçici iş bırakmalar, iş yavaşlatmalar ve diğer
karışıklıklar
üretimde büyük boyutlu kayıplara yol açıyordu. Bunun
dışında,
ortaya mevcut siyasi yapılar tarafından gittikçe daha az
denetlenebilen
farklı türden toplumsal gerilimler çıkıyordu."

Daha sonra
Modrow kendi hükümetinin temel hedef olarak neyi önüne
koyduğunu
anlatıyor: "Benim temel görevim ülkeyi yönetilebilir konumda
tutmak
ve kaosu önlemekti. Benim görüşüme göre, Almanya’nın birliğine
giden
yol kaçınılmaz bir gereklilikti ve enerjik bir biçimde
desteklenmeliydi."
PDS’nin daha sonraları öne sürdüğü DAC’nin tecavüze
uğramış olduğu
ve Batı Almanya ile zorla birleştirildiği iddiası için
söylenecek
fazla bir şey kalmıyor.

Aslında birleşmenin itici gücü
Stalinistlerin kendisiydi. Kohl’ün ne
yapacağına henüz tam olarak
karar veremediği sırada Modrow "birleşik
anavatan Almanya" sloganını
temel slogan, haline getirmişti. Modrow,
birleşmenin koşullarını
görüşmek üzere Moskova’ya ve Bonn’a gitti.
Modrow hükümeti, aynı
sırada, gelecek birkaç yıl içinde bütün Doğu Alman
ekonomisini
özelleştirecek olan Treuhand ajansını kurdu. Dönemin
ekonomi bakanı
Christa Luft daha sonraları anılarını "Mülkiyetin Verdiği
Neşe" gibi
kışkırtıcı bir başlık altında yayınladı. PDS ancak, Mart
1990
Volkskammer seçimlerini kaybedip birleşme görüşmelerinden
dışlanınca
huysuzlanmaya başladı.

İşçi sınıfı 1989’daki gösterilere
kitlesel olarak katıldı ancak hiçbir
şekilde bağımsız bir siyasi rol
oynamadı. Bunun nedenini anlamak zor
değil. Stalinizmin, 12 yıl
süren faşist terörü izleyen 40 yıllık siyasi
baskısı, işçi sınıfının
bilincinde izlerini bırakmıştı. Kendilerine on
yıllar boyunca
DAC’nin sosyalizmi kurduğu söylendikten sonra birçok işçi

kapitalizmi ciddi bir alternatif olarak görmeye başladı. Sonuçta Batı
Alman
işçiler çok daha iyi koşullarda yaşıyorlardı ve DAC’dekilerden
daha
fazla siyasi özgürlüğe sahiptiler.

İşçi sınıfı içinde herhangi
bir geçerli perspektifin olmamasına bağlı
olarak, rastlantısal
olarak ortaya çıkan olayların rotasını
çözümlemekten tümüyle aciz,
hatta kendi eylemlerinin sonuçlarını bile
ölçemeyen orta sınıf
figürler, hareketin sözcüsü haline geldiler. İlk
gösterilerle
birlikte ortaya bir dizi demokratik örgüt çıkıverdi. Bu
örgütlerin
programları belirsiz demokratik taleplerin ve "demokratik
diyalog"
için yapılan çağrıların ötesine gitmiyordu. Bu örgütler
devrimci
değişim için en ufak bir istek belirtisi bile göstermiyorlardı.
Tam
tersine, bunlar DAC’nin aniden yıkılması karşısında duydukları
dehşeti
ifade ettiler.

Birden bire, milyonlarca insandan oluşan
kitlesel bir hareketin başında
bulundukları gerçeği karşısında
korkuya kapılarak, inisiyatifi
olabildiğince çabuk bir şekilde
hükümete geri verdiler. Modrow hükümeti
ile birlikte, hükümeti
yükselen muhalefetten korumaya yarayan bir
Yuvarlak Masa
oluşturdular. Modrow’a karşı direncin büyümeye devam
etmesi
karşısında, nihayet Modrow’un hükümetine girdiler.

Pablocular,
Yuvarlak Masanın sol kanadını oluşturdular. 1953’te
Stalinizmin
sosyalizme giden yeni yollara girip yürüyebileceğini iddia
ederek
Dördüncü Enternasyonal’den kopmuş olanlar, şimdi kapitalizme
giden
yolda yürürken Stalinizme destek veriyorlardı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Doğu Alman Ayaklanması
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» TAJEV'den doğu için önemli proje
» Güneş'in Batı'dan Doğup; Doğu'dan batması!!! GERÇEKLEŞTİĞİ İDDAA EDİLİYOR!!!
» Alman Kurabiyesi
» alman kurdu
» Türkiye, Alman Modern Dansı'na Sahne Olacak

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: Kültür & Sanat-
Buraya geçin: