hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. 2duy3hj

Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. Empty
MesajKonu: Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar.   Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. EmptyPtsi Mayıs 03, 2010 10:07 am

Katılımcılar::
Gündüz AKTAN (E. Büyükelçi)
Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR (TTK Ermeni Araş.Bşk)
Bilal ŞİMŞİR (E. Büyükelçi)
Doç. Dr. Yusuf SARINAY (Başbakanlık Devlet Arş.Gen.Müd.)

SUNUCU- Sayın Rektörüm, değerli misafirler; Başkent Üniversitesi
Stratejik Araştırmalar Merkezinin düzenlemiş olduğu, "Tarihte Türklere
Yapılan Katliamlar" konulu panele hoş geldiniz.

Açılış konuşmasını yapmak üzere, Başkent Üniversitesi Stratejik
Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Dr. Enver Hasanoğlu'nu kürsüye davet
ediyorum.

Prof. Dr. ENVER HASANOĞLU (Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Merkezi Müdürü)- Sayın Rektörüm, değerli konuklar, değerli öğretim
üyeleri, sevgili öğrenciler, basınımızın güzide temsilcileri; Başkent
Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, birkaç yıldan beri
periyodik olarak paneller düzenlemektedir ve bu panellerin konusunu
çoğunlukla yurdumuzu ilgilendiren ve çevremizde cereyan eden hadiseler
oluşturmaktadır. Böylelikle üniversitelerin önemli görevlerinden biri
olan, kamuyu aydınlatma ve ilgilileri uyarma görevini, Başkent
Üniversitesi olarak, sizlerin de katılacağını umarak bihakkın yerine
getirdiğine inanmaktayım.

Bugünkü panelimizin konusunu çok önemsiyorum. Zira, kanımca bu panelde
Batı'nın siyasal ve insanlık tarihinin belli kesitlerine ışık tutulacak
ve önemli bazı gerçekler aydınlanacaktır. Türkiye'ye karşı yıllardır
planlı bir şekilde sürdürülen haksız soykırım iddialarını ileri süren
Batılılar, kendi tarihiyle yüzleştirileceklerdir. Değerli
panelistlerimiz Türklere karşı yapılan katliamları, unutulan tarih
sayfalarından çıkarıp kamuoyuna ve sizleri sunacaklardır.

Değerli konuklar; gerçeklere dayanmayan Ermeni soykırımı iddiaları,
siyasi hesaplarla senaryolaştırılmış ve terör eylemleriyle desteklenmiş
ve birçok değerli diplomatımız şehit edilmiştir. Ama bugün
parlamentolarından Türkiye aleyhine kararlar üretenler; Ermeni terörünü
el altından desteklemişler, hatta çeşitli yollarla teşvik etmişlerdir.

Batı dünyası, dünya siyasi tarihine sömürgeci olarak damgasını
vurmuştur. Sanayileşmeyle başlayan yeni ekonomik sistemin gelişmesi,
yaşaması ve daha da güçlenmesi için, daha çok mazlum ulusun sömürge
haline getirilmesi gerekmekteydi. Daha çok sömürge demek, daha çok
savaş, daha çok acı, daha çok insan ölümü demektir. Bugün Türkiye'yi
soykırım yapmakla suçlayan, Ermeni anıtları diken Fransa, Çukurova'da
kendi himayesinde bir Ermeni cumhuriyeti kurmak için silahlandırdığı
Fransız üniformalı Ermeni çeteleriyle, o bölgelerde vahşet yarattığı bir
gerçektir. İngiltere, Fransa ve diğer sömürgeci ülkeler, Asya'da,
Afrika'da, Hindistan'da, Çin'de, Latin Amerika'da kısacası dünyanın her
yerinde, sömürdükleri ve işgal ettikleri ülke insanlarını sindirmek için
baskı yöntemlerinin en ağırını uygulamışlardır.

Sevgili konuklar; Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde, bağımsızlık
adı altında "93 Harbi" diye adlandırdığımız tarihlerde, Avrupa
devletlerinin yaptıkları zulüm ve katliamlar neticesinde, neredeyse
Avrupa'daki bütün Türkler Anadolu'ya akın ettiği herkesin malumudur;
âdeta Avrupa Türkleri Anadolu'ya sürülmüşlerdir. Yunanlıların
Anadolu'da, Girit'te, Kıbrıs'ta, Batı Trakya'da yaptıkları katliamları
seyreden, onlara daha çok silah ve daha çok para veren Fransa, Amerika
Birleşik Devletleri, İngiltere gibi ülkelerin politikacıları ve genel
olarak Avrupa Parlamentosu'ndaki politikacılar, tarihte ulusların
gerçekleştirdikleri katliamları ve rezillikleri unutturarak, parmak
hesabıyla tarih yazmaya çalışmaktadırlar.. Polıtik katılımcıların bu tür
hareketlerden ve girişimlerden vazgeçmelerini ve bunları tarihçilere
bırakmalarını öneririm ve eminim ki, tarihin ağır yargısı, mutlaka bunun
hesabını Batılılar'dan soracaktır.

Bu duygularla panelimizin başarılı geçmesini diler, panelistlere bu
kadar yoğun işleri arasında davetimizi kabul ettikleri için teşekkür
eder ve her zaman yanımızda olduğu için Sayın Rektörümüz Mehmet
Haberal'a teşekkür eder, hepinize saygı ve sevgiler sunarım.

SUNUCU- Konuşmasını yapmak üzere, Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
Mehmet Haberal'ı kürsüye davet ediyorum.

Prof. Dr. MEHMET HABERAL (Başkent Üniversitesi Rektörü)- Değerli
konuklar; Üniversitemizin Stratejik Araştırmalar Merkezi'ne gerçekten
çok teşekkür ediyorum. İyi ki, bu konuları gündeme getiriyorlar, aksi
halde tarih bir yerde kendi kendisiyle yüzleşemeyecekti.

Ben kendime bir soru sordum, dedim ki, bugün özellikle Avrupa'da ve bir
bakıma maalesef, Amerika'da da bizim ülkemizi, yani Osmanlı
İmparatorluğu'nu yıktılar. Onun üzerine gencecik bir Türkiye Cumhuriyeti
kuruldu ve âdeta bizleri sorguluyorlar. Bunun anlamı nedir? Bu
sorgulamayı kendilerinde yapma yetkisini görenler, acaba tarihi mi
sorguluyorlar, yoksa iddia ettikleri gibi gerçekten demokrasi, insanlık,
medeniyet; onu mu yapmaya çalışıyorlar? Eğer, tarihi sorguluyorlarsa, o
zaman işe bir başka yerden, bir başka açıdan bakmamız gerekiyor. Çünkü
tarihe baktığımız zaman, eğer bir soykırım söz konusu ise, eğer
toplumların yok edilmesi söz konusu ise; o zaman işe ta dünyanın öteki
yüzü Japonya'dan başlamak lazım. Acaba, Japonya'da ne kadar insan
öldürüldü? Ondan sonra Çin'e geleceğiz, acaba Çin'de ne kadar insan
öldürüldü, ne kadar insan katledildi? Yavaş yavaş Hindistan'a geleceğiz.
Hindistan ne idi, ne oldu? Pakistan ne idi, ne oldu? Ortadoğu'ya
geleceğiz; Ortadoğu'da neler oldu? Orta Asya'da neler oldu ve bunları
kimler yaptı? Dahası elbette ki, Afrika'ya ve özellikle de Kuzey
Afrika'ya geleceğiz, onu sorgulayacağız. Buradaki milyonların hesabını
kim verecek? Bitmedi; Afrika'nın güneyine gideceğiz, o da bitmedi,
Amerika'nın güneyine gideceğiz; orada kimler, ne yaptı? Dahası çok
yakın, Avrupa'nın ortasına gideceğiz; 260 bin insanı kim katletti?
Dahası şöyle bir Akdeniz'e gelelim, Balkanlar'da ve Kıbrıs'ta, banyoda
Türk vatandaşlarını, acaba kimler katletti, bunları katleden kimlerdi?

Şimdi önce bunun bir hesabını yapalım: Eğer tarihin değerlendirmesini
yapacaksanız, eğer başka bir deyişle 19.ve 20. asrı değerlendireceksek,
bunun hesabını yapmamız gereklidir. Eğer bunun hesabını yapmıyor da,
başka emeller peşinde koşuyorsak; o zaman o değerlendirmeyi de başka
açıdan yapmamız gereklidir. Hani bizim bir tabirimiz var ya halk
arasında; amaç üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi? Tabii, burada ikisi de
geçerli, hem üzüm yemek, hem de bağcıyı dövmek.

Nasıl iş o? Osmanlı İmparatorluğu'nu lütfen hatırlayın, maalesef biz
toplum olarak biraz tarihi az okuyoruz, aslında okumayı da biraz
sevmiyoruz diyebilirim. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl
yıkıldığı, kimlerin yıktığı, kimlerin kimleri kandırdığı, ne için
kandırdığı, o kandırılan insanlar ne idi, kimlerin ekmeğiyle, kimlerin
sağladığı imkânlarla yaşamlarını sürdürüyorlardı ve 19 uncu asırda,
başka bir deyişle, Birinci Dünya Savaşı'nda neler oldu, bunları kim
yaptı? Osmanlı İmparatorluğu ne şekilde parçalandı ve bunu kimler yaptı?
Eğer bu soruların cevabını verirsek, o zaman maalesef iki gün önce
Avrupa Parlamentosu denilen parlamentoda, benim parlamenterlerimin
karşısına çıkıp, "Siz Sevr'i kabul edin" deme cesaretini elbette ki
bulamazlardı. Ama yine, halk arasında bir tabir var ya, "Söyleyene
değil, söyletene bak!" Eğer, bu kişiler böyle bir cesareti kendilerinde
bulabiliyorlarsa, elbette ki onun kabahatini kendimizde aramak
sorundayız.

Böyle bir şey olabilir mi değerli konuklar, siz bir imparatorluğu
yıkacaksınız, onun topraklarını istediğiniz şekilde bölüşeceksiniz; ama
oradan bir avuç insan çıkacak, işte Atatürk, arkadaşları, aziz
şehitlerimiz hayatları pahasına yeni bir devlet kuracaklar; Türkiye
Cumhuriyetini kuracaklar, hani boşuna demedik, "Bayrakları bayrak yapan
üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır" ve böyle bir
vatanı bize bırakacaklar ve bugün bunları yapanlar, bizim karşımıza
çıkacak diyecekler ki, "Siz soykırımı yaptınız,"
Efendiler, esas soykırımı, esas katliamı sizler yaptınız.

Bunu biz bugüne kadar niye söylemedik? Doğrusu, bir bakıma bu da bizim
ayıbımızdır; bu da bizim tarihi gerçeklerimize sahip çıkmayışımızdır.
Ama hani laf var ya; "Geç olsun temiz olsun." Hiç olmazsa bugünler, bu
olaylar karşısında artık bu katliamları yapanlara, birçok toplumun
insanını aldatanlara kendi çıkarları için, hani diyorlar ya; "Medeniyet
çatışması" medeniyet çatışması falan değil, çıkar çatışması. Bu çıkar
çatışmasının elbette ki, birtakım toplumların hayatı pahasına olacağını
bütün dünya biliyor, bütün dünya da görüyor; ama ben yine buradan
söyledim. Maalesef bugün Darwin haklı; kim güçlüyse o, gücünü üstelik
demokrasi adına, demokrasiyi katlederek kullanıyor. İnsanlık adına,
insanlığı katlederek kullanıyor, ama bunu da birtakım toplumlara âdeta
kabul ettirmeye çalışıyor.

Bu toplumlar belki bunları kabul edebilir, ama biz asla. Değerli
konuklar; bu ülke bizimdir ve bu ülkenin, yine buradan söyledim
söylemeye devam ediyorum; her çakıl taşı bizim için kutsaldır. Onun için
ne gerekirse bunu yapacağız. Burada hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Dünyanın hiçbir toplumu, hiçbir ülkesi de sakın ola ki kendisini bizden
daha üstün görmesin. Çünkü dünyada, en az başkaları kadar biz de
güçlüyüz. Ha tabii, ben yine bu kürsüden söyledim: Burası anavatan, ama
unutmayalım Kuzey Kıbrıs'da yavru vatandır. Nasıl ki; Türkiye
Cumhuriyeti'nin Misak-i Milli hudutları içerisinde her santimetre karesi
kutsaldır; bana göre Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hudutları içerisinde
de, o ülkenin her çakıl taşı benim için kutsaldır.

İnanıyorum ki, bugün bu panelde çok değerli panelist arkadaşlarım; bir
bakıma Sayın Hasanoğlu'nun da söylediği gibi; âdeta tarihin gerçeklerini
burada gündeme getirecekler ve o sözde Avrupa Parlamentosu'ndaki
konuşmaya kalkışan efendilere de gerekli ders buradan verilecektir.

Hepinize saygılar sunuyorum.

Bu söylediklerimin hepsi bu dosyada mevcuttur. Bunu da özellikle
belirtmek istiyorum: Kim, kaç milyon, ne kadar insanı katletti?

SUNUCU- "Tarihte Türklere Yapılan Katliamlar" konulu paneli yönetmek
üzere Başkent Üniversitesi Atatürk İlkeleri Uygulama ve Araştırma
Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ünsal Yavuz'u davet ediyorum.

Şimdi panelistlerimizi davet etmek istiyorum: Emekli Büyükelçi Avrasya
Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Emekli Büyükelçi Sayın Gündüz
Aktan; Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanı Prof. Dr. Hikmet
Özdemir; Emekli Büyükelçi Dr. Bilal Şimşir ve Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay.

OTURUM BAŞKANI (Prof. Dr. ÜNSAL YAVUZ)- Sayın Rektörüm, sayın rektör
yardımcılarım, -Mütevelli Heyet Başkanımı göremedim- Sayın Mütevelli
Heyet Başkanım, sayın bakanlar, milletvekilleri, değerli meslektaşlarım,
dekanlar, merkez okul müdürleri, değerli basın mensupları, öğrenciler
-herhalde unuttuğum kimse yok- ve Silahlı Kuvvetlerimizin de değerli
mensuplarını burada görüyorum, onlara da hoş geldiniz diyorum.

Bugünkü konu oldukça önemli bir konu, Sayın Rektörüm ve Araştırma
Merkezi Müdürümüz Sayın Enver Hasanoğlu hocam da çarpıcı bir şekilde
olayı vurguladılar. Onun için ben o konulara bir daha girmeyi
arzulamıyorum, hemen de, konularında uzman olan değerli panelistlere söz
vermeyi arzularım, ama açıklayıcı bir iki noktayı da eklemeyi uygun
görüyorum.

Soykırım veya katliamı, hiçbir zaman insanın insanı öldürmesi şeklinde
de almamak lazım. Çünkü çok değişik kırımlar var, katliamlar var,
soykırımlar var. Örneğin elimde Sefa Yürekel'in "İnsanlık Suçları" diye
değerli bir kitabı var. Kitabı herkese öneriyorum, çok açıklayıcı şeyler
var. Hem tarihte çeşitli devletlerin, dünyanın, kürenin çeşitli
yerlerinde yaptığı katliamlar ve dolayısıyla, hem bize tarihimizde
Bulgaristan'da, Yunanistan'da, Ulusal Bağımsızlık Savaşımız sırasında
Batı Anadolu'da, hatta daha yakına geldiğimiz zaman Kıbrıs'ta, hatta
daha da yakına geldiğimiz zaman Güney Anadolu'da masum insanlarımıza ve
güvenlik güçlerimize verilen zararlar söz konusu.

Dolayısıyla, bütün bunların söz konusu edileceği toplu tartışma da
bugün, burada gerçekleşecek. Aslında Sayın Rektörüm'ün de vurguladığı
gibi biz tarihimiz boyunca hep uzlaşmacı olduk. Hiçbir konuya duygusal
girmedik; dişe diş, kana kan, göze göz demedik. Hep uzlaşmacı göründük,
ama gerek çevremizden, gerekse dostumuz olacak ülkelerden bize karşı
yönetilen suçlamalar, artık sabırları taşıran bir noktaya geldi.
Dolayısıyla, artık biz de bunları gündeme getireceğiz. Artık dünya,
Türklere "Barbar Türkler, insanları kestiler, biçtiler" deyip
suçlamaları bir tarafa bıraksın. Artık bizlerin de bir taraflarda,
küresel birtakım organlarda, haklarımızı kovuşturma ve savunma
konumumuza geldiğimizi burada göstermek istiyoruz.

Bunu neden göstermek istiyoruz? Bir Ermeni soykırımıdır gürültüsü
koparılıp, gidiyor; bütün dünya velveleye boğduruluyor. Ne dendi? "Bu
işi tarihçiler çözsün." Tarihçiler çözdüler. Tarihçiler, Ermenilere
"Alın belgelerinizi, gelin kardeşim" dediler. Böyle bir buluşma
Avusturya'da gerçekleşti ve aldığım duyumlara göre, Türk tarafının
açtığı belgeler 50'ye ulaştığı zaman Ermeni tarafı; "Biz, masadan
kalkıyoruz" dediler ve kalktılar. Şunu gördüler; O dünyayı ayağa
kaldıran iddialarının hiçbiri gerçek değil, hiçbir tutarlı tarafı yok.
Dolayısıyla, biz artık bu Ermeni soykırımı teranelerini, vaveylalarını
kenara kaldırıp atıyoruz. Biz de ülkemizi savunma yolunda artık defansif
oynamayı bırakıp, ofansif oynamaya başlıyoruz. Galiba bunun tam
zamanıdır.

Neden tam zamanıdır? Yüzyıl boyunca, sosyo-ekonomik, kültürel
uygulamalarla Batı, bütün gücüyle üzerimize geldi. Bir Doğu sorunu öküzü
yarattı, bir hasta adam imajı yarattı; ve bu işi kökünden kazımaya
karar verdi. En sonunda da Birinci Dünya Savaşı ve Sevr'i gündeme
getirdi, ama bu Sevr hayalleri, Anadolu'nun bağrından çıkan, "Ya
bağımsızlık, ya ölüm" haykırışıyla kâbusa döndürüldü ve bu Sevr projesi
yırtılıp, suratlarına çarpıldı, bu iş burada bitti. Bittiğini sandık,
aslında bitmedi. Bitmedi; çünkü Sevr; Batılıların her zaman kafasında
vardı ve İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği soğuk savaş ortamında çeşitli
yöntemlerle tekrar üzerimize gelmeye başladılar ve son on yılda, artık
bunlar dayanılamaz hale geldi. Bu kabul edilemez ısrarlar ve istekler,
dayatmacı politikalar karşısında Türkiye, yine aynı Sevr projesine
benzer duruma geritirilmeyolunda, sosyo-ekonomik, kültürel birtakım
dayatmacı isteklere hedef oldu. Maalesef bunların birçoğu da "Yes man'ci
yönetimler" tarafından kabul de edildi.

İşte geldiğimiz noktada artık, bu Sevr dayatmalarına, nasıl Mustafa
Kemal Atatürk "dur" dediyse; onun kuşakları olarak "dur" deme
aşamasındayız. "Dur" deme aşamasındayız, çünkü "Sevr yine geliyor?"
dediğimiz zaman, içimizde Erol Manisalı hocanın dediği gibi, "İçimizdeki
Danimarkacılar" değil, ama "İçimizdeki Brükselciler" bize dediler ki;
"Siz saçmalıyorsunuz, rüya görüyorsunuz." İşte, dün Sayın Rektörümün de
vurguladığı gibi, Jack Tubo adlı bir Fransız parlamenter, Türkiye Avrupa
Birliği Karma Parlamento Komisyonu'nda "Siz, artık Sevr'i
tanımalısınız" demeye kalktı. Sevr geliyor muymuş, gelmiyor muymuş;
yoksa tehlikeli gören bizler hayal mi görüyormuşuz, gerçekleri mi
konuşuyormuşuz bu böylece ortaya çıktı. Tabii, patronu Chirac, "Türkler
artık tarihiyle barışsın" diye bir önergeyi ortaya atarsa, biz
tarihimizle hiçbir zaman küs olmadık. Tam tersine, tarihimizle gurur
duyduk. Bizim iki bin yıllık şanlı tarihimiz var. Orada kimsenin bize
öğreteceği de yok. Eh, onun parlamenteri de böyle der. O öyle konuşunca
yalnız mı kaldı, Matsakiz ortaya çıktı dedi ki; "Türkler Ermenileri,
Rumları kestiler, şimdi de Kürtleri kesiyorlar." Bakınız, hemen legolar
birleştiriliyor ve Türklere karşı bir kompozisyon, bir saldırı; planlı
bir biçimde devreye sokuluyor.

İşte onun için bu toplantı, artık bu Sevr istemlerine, "Dur, ne
yaptığını bil" deme toplantısıdır. O nedenle ben uzatmadan sayın
konuşmacılara hemen konuyu aktaracağım. Konuşmacılar, hepimizin tanıdığı
saygın kişilikler. Emekli Büyükelçi Sayın Gündüz Aktan, ülkemizi
dışarıda yıllarca, onurla temsil etmiş bir diplomatımızdır ve kendisi
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanıdır. İlk sözü kendilerine
vereceğim; konuşma planımız şöyle; 15'er dakika. Gönül isterdi ki
saatlerce bu konuyu tartışalım, ama önce ilk turda 15 dakika vereceğiz,
sonra belki unutulmuş ilaveler söz konusu olabilir, 5'er dakika daha
ilave edeceğiz ve tüm konuşmalar bittikten sonra da kalan süre içinde
sınırlı olarak bir soru-cevap periyodu yapacağız ve gönül rahatlığı
içinde buradan dağılacağız.

Evet, Sayın Büyükelçim; ilk söz sizde. Buyurun efendim.

GÜNDÜZ AKTAN (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı)- Teşekkür
ederim Sayın Başkan.
Önce Başkent Üniversite'sini bu toplantıyı tertiplemiş olmaktan ve bu
konuyu seçmiş olmaktan dolayı içten kutlarım.

Sayın Rektörün söylediği gibi gecikmiş bir toplantı bu; çok gecikerek bu
konuyu ele alıyoruz. Bunu çok çok öncesinden ele alıp, tartışmamız
gerekirdi, ama bunun nedenleri var. Bu nedenleri sizlere anlatmaya,
görüşlerimi paylaşmaya çalışacağım.

Olay, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış döneminde ortaya çıkıyor.
Gerileme ve yıkılış döneminde bu süreçte, bir yandan Balkanlar, öte
yandan Kafkaslar'dan Türk ve Müslümanlar, o bölgenin Hıristiyan
toplumları ve devletleri tarafından Anadolu'ya doğru itiliyorlar.
Balkanlar'daki Hıristiyanların isyanlarını ve bağımsızlık yolundaki
mücadelelerini biliyoruz. Kafkaslar'da ise; Rus faktörü var, Rus Çarlığı
faktörü var. Bu 1821 Yunan İsyanın'dan alınıp 1922, yani Büyük
Taarruz'un sonuna kadar geçen 100 yıllık dönemde ne kadar insanımız bu
mücadelelerde öldü, -sivillerden bahsediyoruz- ne kadarı Anadolu'ya
sürüldü? Ne yazık ki burada bir Türk tarihçinin değil, İrlanda asıllı
bir Amerikalı'nın yazdığı kitaptan bu rakamları size vereceğim.
Batılılar arasında belki de, tek dürüst ve onurlu kişi Justin McCarty.
Rakam Yunan isyanı ile başlıyor, 1920'ye geldiğimizde 5 milyon ölü ve 5
milyon 300 binin üzerinde Müslüman ve Türklerin Anadolu'ya göç zorunda
bırakılması var. Bunu, dünyanın en büyük soykırımı diye kabul edilen
Yahudi soykırımıyla mukayese edersek; -daha geçenlerde çıktı
biliyorsunuz- 60" ıncı yıl dolayısıyla Auschwitz'in 5 milyon 100 bin
Yahudi burada, bu ölüm kamplarında öldürüldü. Ama Yahudi soykırımı bu
olaylardan, bazılarından 100-150 yıl sonra, yani zaman içerisindeki
nüfusun artışını da göz önüne almamız lazım. O zaman şöyle bir durumla
karşılaşıyoruz; 5 milyon ölü. 5 milyon insanın Anadolu'ya gelişi ki,
bugünkü nüfusumuzun yüzde 40'ının kaynağını oluşturuyor bunlar.

Dünyanın en büyük; soykırımsa soykırım, katliamsa katliama ve en büyük
exodus yani göçünü oluşturuyor. Bu sürekli olarak gözümüzden kaçtı. Bizi
topraklarımızdan, ki bu topraklar, yani biz şimdi Anadolu'yu vatanımız
olarak biliyorduk, fakat Balkanlar da, Kafkaslar da bizim vatanımızdı.
Hiç kimse oraya fetih için gidip, sonra sömürgeymiş gibi bırakıp, gelmek
amacını gütmedi. Oradan bizi geriye atanların bazen telaffuz ettikleri,
fakat bazen söylemedikleri bir doktrin var. Bu, restitüsyon ( restituon
) doktrini, yani malı gerçek sahibine iade etme. Bu topraklar Türk
toprağı değildir, Müslüman toprağı değildir, bunlar Hıristiyanların
topraklarıdır, bunlar eski sahiplerine iade edilmelidir. Bu nedenle,
Türkler ve Müslümanlar bu topraklardan atıldıklarında; uluslararası
toplum bu vahşeti, hiçbir zaman hukuken suç olarak saymamıştır. Bunlar
suç değildir, restitüsyondur, sahibine iade edilmektedir. Yine bu
nedenlerle, buradan atılan insanların geriye dönme hakkı tanınmamıştır.

Şimdi bu iki yönüyle, bugünkü durumla mukayese et. Kıbrıs'ta Rumlar
malum nedenlerle 1974 Harekatı'ndan sonra Güney'e gittiler. "Hepsi
Kuzey'e geçecek, çünkü onların evleri, arsaları, işyerleri oradadır,
buraya gidecekler" Yine restitüsyon var burada. Asıl sahibi o, oraya
gidiyor. Yunan İsyanı'ndan sonra da aynı oldu, Kafkaslardan da. Bizden
geriye giden yoktur, geriye gitme hakkı tanınmamıştır. Dolayısıyla tek
yanlıdır. Bunun sonunda bir Yunan milliyetçiliği "Helenizm" doğdu.
Hepiniz biliyorsunuz, bu Osmanlı aleyhine genişledi, Cumhuriyet aleyhine
de genişlemek için çabaladı ve bu milliyetçiliğin bir sınırı olmadı.
Yani hedef olarak "Ben şuraya kadar gideceğim demedi" niye? Çünkü,
restitüsyon denilen şeyin sınırı belli değildi. Anadolu da onların
sayılabilirdi, Anadolu'nun da tümünü alabilirlerdi, yani bu yaklaşım
karşı tarafta genişleme sınırları belli olmayan bir milliyetçilik
yarattı.

Şimdi Türk ve Müslümanları yerlerinden etmekte uygulanan yönteme
geçiyorum. Bu yöntemi 1991-1995 arasında Bosna-Hersek'te gördük. Orada
ne yapıldıysa, burada Türk ve Müslümanlar'a da aynısı yapılmıştır. Nedir
bu? Evvela militanların, çetelerin yerleşik yerlere saldırmaları,
oradaki insanları, sivilleri öldürmeleri, oradan atmaya çalışmaları. Ama
belli bir aşamadan sonra, hele hele savaş da kazanılmışsa, ordular bu
işi yapmışlardır. Kasabaları, köyleri yıkmışlardır, arazileri, tarlaları
yakmışlardır, öldürmüşlerdir ve itmişlerdir belli bir istikamete doğru.
İnsanlar, malını mülkünü, çoluğunu çocuğunu bile tam alamadan Güneye,
Türkiye'ye doğru kaçmak zorunda kalmışlardır. Şimdi bu Bosna-Hersek'te
mahkemesi görülen, -çeşitli davalardan ortaya çıkıyor- General Karadziç,
Srebrenitsa'da yapmış olduklarından dolayı giymiş olduğu hüküm;
soykırım hükmüdür. Lahey'de biliyorsunuz bunun davası görülüyor. Demek
ki Türkleri bu şekilde, vatanlarından atarken işlenen suç aslında
soykırım suçudur. Bunu katiyen hafif olarak söylemiyorum; soykırım
suçunu 1948 Sözleşmesinin 2 inci maddesindeki tanımına göre söylüyorum.

Tabii bunun dışında o, uzun yol boyunca bunları koruyacak hiçbir güç
olmamıştır. Yani onlara, devletleşmekte olan bu ülkelerin silahlı
güçleri veya çarlık Rusya'sı; tüm devlet ve savaş hukuku
sorumluklarından mahrum olarak, yoksun olarak cezalandırmak üzere,
öldürerek göndermiştir Türkiye'ye doğru. Ondan sonra da Osmanlı zulmünü,
yaptıklarını mazur göstermek için kullanmıştır ve bundan dolayı da
bugün Türkiye'nin imajı, bütün Avrupa'da tahrip olmuş, bozulmuştur.Bizim
imaj bozmamız bizim, aslında 1800'lerin başından itibaren bugüne kadar
devam etmektedir.

Bizim bunlara karşı tepkimiz ne olmuştur? Bizim tepkimiz, Cumhuriyet
kurulduktan sonra geçmişi unutmak şeklinde olmuştur. Bunu yaparken de
şöyle dedik: "Yani, büyük trajediler geçti, facialar geçti başımızdan,
ama bu vatanı kurtardık. O zaman geçmişe bakmayalım. Çünkü, bu
insanlarla yaşayacağız, bu devletlerle yaşayacağız. Bunlara karşı kin
gütmeyelim. Buradaki tarihi varlığımızı, tarihimizi unutalım, geçen
geçmiştir. Biz, ileriye bakalım" ve bütün kuşaklar birbiri arkasından
böyle yetiştirildi. Yani bu kuşaklarda intikam duygusu yoktu, intikam
duygusu bu kuşaklara verilmedi. Bunun verilmemesinin başka nedenleri de
var, "Biz canımızı zaten zor kurtardık bu mücadelede."

Kuvvet dengesi, bizim bir kez daha oralara gitmemize, vatan saydığımız,
yurt saydığımız yerleri tekrar almamıza veya almasak dahi, sivil
insanlar halk olarak yerleşmemize imkân vermiyordu, böyle bir hayal
yoktu. Bu Türk gerçekçiliği denen şeyin dışındaydı, ama karşımızdakiler
böyle değildi. Onlar zaten yeni kurulmuş, genişliyor, genişleme imkânına
sahip Batı toplumu uluslararası toplum tarafından, zaten
destekleniyorlar. Bu destekle onlar hâlâ elimizde bulunanları alma
eğilimini içlerinde muhafaza ettiler, çocuklarına bunu okutmaya devam
ettiler. Burası, Anadolu; tarihi bakımımdan onların; bir tarafta Rumlar,
bir tarafta Ermeniler; onlara aitti. Tarih uzundu, yarın öbür gün
şartlar değiştiğinde ne olacağı bilinemezdi.

Bu yenilmiş ve yılgın psikoloji, bizim unutkanlığımızın, unutmamızın
nedenlerinden birini oluşturuyor. Ama bunun dışında bir başka neden daha
var, o da şu; Türkiye'de tabii karizma sözcüğü biliyorsunuz, en fazla
istismar edilen, yanlış kullanılan sözcüklerden biridir. Karizma
kelimesi, siyasi bilimlerde Max Weber tarafından ortaya atılmıştır. Max
Weber, büyük liderin o olağanüstü karizmasıyla toplumu büyük bir
felaketten, büyük bir başarıya bir tür anesteziyle geçirdiğini anlatır.
Yani acılar, kayıplar unutulur ileriye bakarsınız. Yeni insan, yeni
devlet, yeni toplum, yeni değerler yaratacaksınız; bu size büyük bir
umut verir ve oraya geçersiniz. Atatürk'ün belki de, -bu konuda Max
Weber inceleme imkânına sahip olsaydı- bu olağanüstü örneği bizi
ileriye, geleceğe, Cumhuriyete çevirdi; geriye, arkaya bakmamıza yol
açtı. Bu aslında belli ölçüde sağlıklı bir toplum da yarattı.

Fakat psikolojide bir kural vardır, "Büyük kayıplarınızın yasını
tutmanız lazım." Bu ailelerde de böyledir, toplumlarda da böyledir. Türk
milleti büyük kayıplarının yasını tutmamış bir millettir. Belki bizim
bugün, bunca seneden sonra bu konuya eğilmemiz, işte bu yas sürecinin
başlangıcı olacaktır. Tabii bu yas sürecine de başlamamızın nedenini
unutmayalım. Eğer Ermeniler bizi rahat bıraksalardı, soykırım isnatları
olmasaydı; hiçbir zaman bu işe geriye dönüp bakmayacaktık. Şimdi geriye
dönüp bakıyoruz. Evet, Türk milleti tarihiyle yüzleşmemiştir, ama sorun
Ermeni sorunu değildir. Kendi büyük acılarıyla yüzleşmemiştir Türk
milleti, büyük kayıplarıyla yüzleşmemiştir. Böyle bir yüzleşmeye eğer,
bu toplantı ve bunun vesile olacağı yazılar, kitaplar yol açacaksa
unutmamamız gerekir ki; bu çok zor bir yoldur, çok tehlikeli bir yoldur.

Ben, kaybın ne olduğunu ilk kez Yunanistan'da hissettim. Benim ailem
Yunanistan'ın Arnavutluk sınırından geliyor, yani Yanya'dan. Ailemizin
içinde, tabii tahmin edeceğiniz gibi bir Yanya nostaljisi her zaman
olmuştur, ama o nostaljinin bana etkisi doğrusunu isterseniz olmamıştı.
Ne zaman ki Yanya'ya gittim, ne zaman ki oradaki yıkılmakta olan Türk
eserlerini gördüm; işte o korkunç bir duygu. Yani bu duyguyu hissetmek,
bunun yasını, yani büyük bir kaybı hissetmek; hem çok zor, hem de çok
açıkçası sizde hemen "Burası bizimdi, bizimdir" duygularını uyandırıyor.
Bugünün dünyasında bu çok tehlikeli bir şey, tehlikeli, fakat
Türkiye'nin normalleşmesi için yasını tutması lazım. Türkiye
kayıplarının yasını tutmadığı, kayıplarıyla yüzleşmediği için, bugün
Türkiye'den çok kolay toprak alınabileceğini zannedenler var.
Türkiye'nin içinde de çok kolay toprak verileceğini umanlar ve sananlar
var.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. 2duy3hj

Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. Empty
MesajKonu: Geri: Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar.   Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. EmptyPtsi Mayıs 03, 2010 10:07 am

OTURUM BAŞKANI- Efendim, Sayın Büyükelçiye çok teşekkür ediyoruz, çok
düşündürücü bir konuşmaydı. Gerçekten, biz tarihimizin bu yüzüyle hiç
yüzleşmedik, yüzleşmemiz lazım, yas ta tutmamız lazım. Bunu biraz da
yüksek sesle söylemekte yarar var, içeriye değil dışarıya karşı. İçeride
de, tabii bir ulusal bilinçlenme açısından kuşkusuz böyle bir politika
tam yerinde olacaktır, örtüşecektir diye düşünüyorum.

Söze başlarken, sadece bir soykırım, etnik arındırma diye bir arındırma
literatürde yok. Bu değerli çalışmadan, bazı başka soykırımlar da
öğrendim. Sayın Büyükelçi konuşurken, "Acaba Kıbrıs'ta yapılanlar hangi
soykırım çeşitlemelerine giriyordu?" diye ister istemez düşündüm.
Örneğin bir fiziki soykırım var, etnik soykırım var, kültürel soykırım
var, biyolojik soykırım var ki, kitapta dünyanın çeşitli yerlerinde
İngiliz ve Amerikan uygulamalarının hangi soykırım çeşidine, grubuna
girdiği konusunda da çok çarpıcı örnekler de var. Ekonomik soykırım var,
bir grubun sosyal, siyasi, kültürel, askeri ve teknolojik olarak
gelişimini veya zaruri ihtiyaçlarının giderilmesini önlemek için; maddi
olarak yoksullaştırıp, iflas ettirilmesi ve teslim alınması. Kıbrıs'ta
bunun hepsi var. Bu soykırım gruplandırmalarından bir veya birkaçına
Kıbrıs'ta rastlıyoruz. Bulgaristan'da rastladık. Kuzey Yunanistan'da
Batı Trakya'da rastladık ve en nihayet adamlar; dayak yeyip ülkeyi terk
ederken Batı Anadolu'da yaptıklarına da rastladık.

Ekolojik soykırım var. Belki çoğunuz için yeni bir terminoloji. ABD'nin
Irak'ta yaptığı önemli soykırımcı tehcir var, soykırımcı asimilasyon
var, etnik temizlik var. Kıbrıs'taki ünlü Akritas Planı, bir etnik
temizlik uygulamasının hareket noktasıydı, az kaldı da isteklerine,
sonuçlarına ulaşıyorlardı. Bu arada, bu soykırım çeşitlemelerini de ben
size iletmek gereğini duydum; çünkü sayın konuşmacılar örnekleri ortaya
koyduğu zaman o örneklerin hangi gruba girdiğini kolayca sınıflandırmak
olanaklı diye düşündüm.

Efendim, ikinci sözü Prof. Dr. Hikmet Özdemir'e vereceğim. Kendisi Türk
Tarih Kurumu Ermeni Masası Direktörü'dür. Son senelerde yurtdışındaki
arşivlerde değerli çalışmalar yaptılar ve bunları yayınladılar
yanılmıyorsam. Öyle mi Hikmet?
Peki, şimdi 15 dakikalık ikinci aşamayı sana veriyorum.

Prof. Dr. HİKMET ÖZDEMİR (Türk Tarih Kurumu Ermeni Masası Direktörü)-
Teşekkür ederim. Sayın Rektörüm, saygıdeğer konuklar, meslektaşlarım ve
öğrencilerimiz.

1940 yılında Amerika'da Pennsylvania Üniversitesi Tarih Bölümü 2'inci
sınıf öğrencilerine bir anket dağıtılıyor, bilimsel anlamda daha sonra
bunun sonuçları bir bilimsel dergide yayınlandı. Bu ankete göre bir
sayfada iki sütun var, birinci sütunda birtakım sıfatlar var. Örneğin,
yiğit, korkak, alçak, katil, ırz düşmanı filan gibi, yani negatiften
pozitife kadar birtakım sıfatlar var bir sütunda. Diğer sütunda da,
kavimlerin, milletlerin isimleri yazılı; Vietnamlılar, Fransızlar,
Türkler, Çinliler, Ruslar şeklinde. Öğrenciler, yalnız dikkatinizi
çekerim Tarih Bölümü Üniversite 2" inci sınıf öğrencileri. Öğrencilerden
istenilen de çok kolay. Söz konusu olan sıfatlarla, diğer sütundaki
uluslararasında bir ilişki kurmaları isteniyor. Sonuç, öğrenciler ırz
düşmanı, katil sıfatları Türklerle eşleştiriyor. Ben bu araştırmanın
sonuçlarını yıllar önce öğrenmiştim. Aradan çok zaman geçti, bu
üniversitede 4 yıl önce Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü'nde siyasi tarih dersleri verirken, bu araştırmanın sonuçlarını
öğrencilerimize de anlattığımı çok iyi hatırlıyorum.

Şimdi buradan başlamak istiyorum, "Acaba 1940'larda Amerika Birleşik
Devletleri'nde 18-19 yaşındaki çocukların, gençlerin biz Türkler için,
hem de hiç tanımadıkları Türkler için katil, ırz düşmanı sıfatını
yakıştırmalarının sebebi ne olabilir?" diye hep birlikte düşünebiliriz.
Hepinizin yerine sesli olarak ben düşünmeye gayret edeyim; bunun bir tek
nedeni vardır; çünkü 6-7 Eylül hadiseleri 1950'lerin sonuna doğrudur,
Kıbrıs meselesi de sonradır. Ama 40'ların başında 19 yaşında gencecik
öğrencinin böyle düşünmesinin bir tek nedeni vardır. O da Birinci Dünya
Savaşı başladığı andan itibaren yapılan propagandadır; Türkiye
aleyhindeki propagandadır. Esas itibarıyla söylemek istediğim şeylerden
biri şudur: Osmanlı İmparatorluğu, Sayın Büyükelçimiz çok güzel bir
perspektif çizdiler, "Balkanlar ve Kafkaslar'dan göç eden, göç etmek
zorunda bırakılan Türk ve Müslüman unsurlar Anadolu'ya geldiler"
dediler. Şimdi Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nun
Anadolu'da yaşayan Gayrimüslim unsurlarından, özellikle Ermeniler için
konuşuyorum, bir büyük ayaklanma planlanması sonucu bir kısmının zorunlu
göçe tabi tutulduğunu biliyoruz, çok önemli bir kısmının da 4 yıllık
savaş sürecinde ve savaştan sonra ve Lozan'a doğru geldiğimiz dönemde
mülteci statüsünde Ortadoğu coğrafyasında ve diğer ülkelerde Fransa'da,
Amerika Birleşik Devletleri'nde yerleşmeyi tercih ettiklerini biliyoruz.
Bunların hepsini saptamış durumdayız. Bugün diaspora adı altında,
Ermeni diasporası adı altında faaliyet gösteren kesimler; Avrupa ve
Amerika Birleşik Devletler'inde, işte bu Birinci Dünya Savaşı'nda
Osmanlı İmparatorluğu'ndan giden Ermenilerin 3 üncü, 4 üncü kuşağıdır.

70'li yıllarda diplomatlarımızı katleden de bu kuşaklardan gelen
gençlerdir. Diasporanın çeşitli kuşakları üzerine Amerika'da
Avustralya'da bilimsel çalışmalar da vardır. Birinci kuşak için böyle
şeyler söz konusu değil, ama üçüncü kuşakta, artık silahlı eylemlerle
Türk diplomatlarını katletme derecesine kadar gözü dönmüş bir topluluk
yetiştirilebiliyor. Tabii bu topluluklar 36 diplomatımızı, görevlimizi
katlettikten sonra nedense birdenbire durdular; şimdi daha farklı
yöntemleri kullanıyorlar. Esasında bugün yeniden, Sevr'in olduğu gibi
bütün koşullarıyla birlikte dayatıldığı bir dönemi yaşamaya başlamış
durumdayız. Tabii Amerikan Cumhuriyeti'nin temelinde olduğu gibi, bizim
Cumhuriyetin temelinde de bu göçmenlik psikolojisi, mültecilik
psikolojisi vardır, bizde de vardır. Bizde, Sayın Büyükelçimiz
vurguladılar "Geçmişi unutmak şeklinde" bir tercihimiz olmuştu.

O zamanki devlet yönetiminin böyle bir tercihi ders kitaplarına da
yansımıştı. O kadar ki, ben 2002 yılında bir profesör olarak Türk Tarih
Kurumu'nda Ermeni Araştırmaları ile ilgili bir faaliyetin içine gelene
kadar Ermeni meselesi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Bu nasıl
bir eğitim sistemi ki profesör yaptığı adama dahi Ermeni meselesini
öğretemiyor, öğretememiş. Bizim ders kitaplarımız Batı cephesini belki
anlatıyordu, ama Doğu Cephesini ve Doğu Cephesi'nde kimlerle
savaştığımızı hiç anlatmıyordu. Açıp bakabilirsiniz; merhum General
Fahri Belen'in "20'inci Yüzyıl Tarihi" Osmanlı tarihiyle ilgili eserinde
Ermeniler'den hiç söz edilmez. Sayın Büyükelçimizin saptaması çok
doğrudur "Bu geçmiş, bir tercih olarak unutulmuştur" Bu aslında, bir
büyüklük anlamında anlaşılması gereken bir şeydir. Fakat ne yazık ki hiç
kimse tarihi ve geçmişi unutmamış, özellikle mülteci olarak başka
ülkelere gidenler kendi öfkelerini, yaşadıklarını, gözlemlerini savaş
koşullarındaki değerlendirmelerini oraya taşımışlardır. Bunu kuşaktan
kuşağa geçen bir kin ve öfke dalgası halinde, kabaran bir dalga halinde
bugüne kadar getirmişlerdir.

Yine 1940'larda adını çok iyi hatırlıyorum Kerküklü bir şair Leyla
hanımefendinin bir şiiri var. Diyor ki: "Hatıralarınızı yüklenip
gidebilir misiniz?" Bizimkiler Balkanlar'dan, Kafkasya'dan hatıralarını
yüklenecek vakte ve imkâna sahip değillerdi, ama Ermeni diasporasını
bugün oluşturanlar bütün hatıralarını olduğu gibi naklettiler. Yani
demek ki burada bizim ciddi bir yanlışımız, eksiğimiz var.

Üzerinde durmak istediğim bir diğer konu; Birinci Dünya Savaşı'yla
beraber özellikle "Cihat Kararı"nın alınması ki, o cihat kararının
alınması da zaten zorunludur. O günkü koşullarda bütün kaynakları
seferber edebilmek için, bütün kesimleri seferber edebilmek için
"Amerika Birleşik Devletleri'nde misyonerlerin faaliyetleri bunlardan
etkilenecek" diye büyük bir endişeye yol açmıştır. Nitekim, 1921
tarihinde büyük Atatürk'ün bir Amerikan gazetecisine verdiği mülakatta
işaret ettiği bir husus son derece önemlidir. Orada Atatürk özellikle
misyonerlerin faaliyetlerine işaret ederek, "Onlar bütün bu olup
bitenlerden dolayı, manevi açıdan sorumludurlar" der. Bunun üzerinde de
düşünmemiz gerekir, yani misyonerlerin manevi sorumluluğu.

Şimdi çok milletli, çok dinli, çok dilli bir imparatorluk. Bu
imparatorluk süreç içerisinde dağılmak, parçalanmak zorunda. Herkes
kendi ulusal devletini kurmak için planlar yapıyor, kongreler
düzenliyor; Türkler bir şey yapmak istedikleri zaman, yani Türk Milli
Devlet'ini kurmak istedikleri zaman bu ayıp karşılanıyor. Bugün de hâlâ
bu ayıp karşılanıyor, bazı aydınlarımız tarafından. Oysa bu coğrafya
üzerinde Türklerin de kendi ulusal devletlerini kurma hakları olacaktı.
Bu tarihi bir haktı, bu aynı zamanda kaçınılmaz bir durumdu. Yani
İmparatorluğun sahibi durumundaki bir ulus, kendi aklını başına
topluyor, diyor ki, "Ben kendi ulusal devletimi kuracağım."

Burada konuşmamın birinci kısmında üzerinde durmak istediğim, bir başka
nokta da şudur: Uluslararası ilişkilerde bir imaj sorunu, algılama
sorunu var. Bu 19'uncu Yüzyıl sonu itibarıyla da vardı, bugün de aynı
şekilde var. Fakat doğrusu bilimsel açıdan oturup bir araştırmak
gerekir; Atatürk'ün Türkiyesi ile ilgili böyle bir sorun var mıydı,
acaba Atatürk'ün Türkiye'sinde, 1930'lar Türkiyesi'nde dünya bizi nasıl
algılıyordu? Dış ziyaretler bir ölçü olarak kabul edilebilirse Sayın
Rektörüm, Atatürk Türkiyesi'nin dış dünyayla olan ilişkileri bir veri
alınabilirse, bu Birinci Dünya Savaşındaki imajın, propagandayla
yaratılan imajın önemli ölçüde yüzeyselleşmiş olduğu görüşündeyim.

Buna bir örnek olarak İngiltere'yle olan ilişkilerimizi incelediğim için
söylüyorum, onu gösterebilirim. Yani İngiliz kralının Türkiye'yi
ziyaret etmesi, İstanbul-Çanakkale'ye gelmesi, İstanbul'a gelmesi,
Atatürk tarafından karşılanması ve bu sırada Times Gazetesinde enteresan
bir haber. Times Gazetesi diyor ki; "Bugüne kadar Konstantinopol
diyorduk, bu tarihten sonra İstanbul diye yazacağız" diyor. Londra'da ve
İngiltere'de yaşayan Rumlar da ayağa kalkıyorlar "Siz bunu nasıl
yaparsınız?" diyorlar. Şimdi, Birinci Dünya Savaşı'yla ilgili bütün bu
parçalama planlarının arkasındaki devletin İngiltere olduğunu biliyoruz.
Hatta şu kadarını söyleyeyim: İzmir'in Yunanlılar'a verileceği 1914
yılında İngiliz savaş kabinesine sunulan haritalarda belirtilmiştir.
Oysa biz bunun 4 sene sonra olduğunu düşünüyorduk, o zaman
kararlaştırıldığını düşünüyorduk. 1914'te İngiltere, Yunanistan'a
İzmir'i veriyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. 2duy3hj

Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. Empty
MesajKonu: Geri: Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar.   Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. EmptyPtsi Mayıs 03, 2010 10:08 am

Burada tabii Osmanlı'daki, Anadolu'daki Gayrimüslim unsurların Birinci
Dünya Savaşı'ndaki durumunu incelerken şöyle bir düşünceye sahip
olmamamız gerekiyor: 1915 yılında bazı ayaklanmalar oldu ve bu
ayaklanmalar sonucu Osmanlı Hükümeti ayaklanmalara katılan, yani siyasi
harekete katılan, silahlı harekete katılan grupları aldı, etkisiz hale
getirdi ve bunların önemli bir kısmını Suriye'ye, Mezopotamya'ya
gönderdi. Bu yalnızca 1915 yılı için söylenebilecek şeydir. Oysa bugün
bizim önümüze konan Türk-Ermeni ihtilafını değerlendirirken üç farklı
evre vardır. Bunlardan birincisi sadece budur, yani bu ayaklanmalar ve
ayaklanmalar sırasında, yani savaş altında bir krizin yönetilmesidir.

İkinci evre; 1916 Ocak ayından, 1918'e kadar neredeyse gelir, Doğu
Anadolu'daki Rus işgali sırasındaki Ermeni katliamlarıdır, yani
Ermenilerin Türkler'e yönelik katliamlarıdır. Burada ne kadar
insanımızın öldürüldüğü çıplak belgelerle herkesin görebileceği şekilde
Genel Kurmay Başkanlığımız tarafından, Askeri Tarih Başkanlığımız
tarafından ve devlet arşivlerimiz tarafından orijinal belgeleriyle
yayınlanmıştır. Hangi köyden, ne kadar insanımızın öldüğü toplam
rakamları sanıyorum Arşiv Genel Müdürümüz söyleyeceklerdir, 600 bin
civarında. Sadece o 1916 Ocak'ından 1918'e kadar öldürülen Türklerin
sayısıdır.

Bundan sonra üçüncü evre var; Mondros'la beraber silah bıraktıktan
sonra, Suriye'ye Mezopotamya bölgesine gönderilen Ermenilerin tekrar
Anadolu'ya dönüşleri ve bunların dönüşleriyle beraber yer yer başlayan
silahlı çatışmalar, katliamlar. Bunun hemen sonrasında da güneyde
Fransız ve İngiliz işgaliyle beraber 1922 yılının başına kadar süren,
-Maraş ve Antep'teki direnişler aşağı yukarı Ankara Anlaşması'ndan biraz
sonra da devam etmiştir- Ermenilerle doğrudan bizim çatışmamız söz
konusudur ve Ermenilerin yaptıkları katliamlar söz konusudur. Doğu
Cephesindeki Türk-Ermeni Savaşı ise; -ben ona Türk-Ermeni Savaşı
diyorum, çünkü karşımıza artık bir Ermenistan Cumhuriyeti vardır ve onun
bir milli ordusu vardır, bize karşı savaşmıştır- Kazım Karabekir
Paşa'nın kuvvetleri derslerini verene kadar, Gümrü Anlaşması'na kadar
devam etmiştir.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Osmanlı çökerken, dağılırken veya
parçalanırken -hangi kavramı kullanırsak, kullanalım- belirli bir
zamanda Balkanlar'dan ve Kafkaslar'dan Türk unsurlar, Müslüman unsurlar
Anadolu'yu anavatan belleyip buraya sığınıyorlar. Savaş sırasında
görülen, ortaya çıkan çatışmalar nedeniyle; Ermenilerle ilgili olarak
zorunlu göç kararı alınıyor ve bu göç kararıyla Suriye'ye ve
Mezopotamya'ya yerleştirilen Ermeniler daha sonra Sevr'den önce, yani
General Allemby'nin Halep'e girmesinden sonra, General Allemby'nin de
talimatıyla aynı zamanda bizim İttihatçı Hükümetin de o konuda kararı
var, "Zorunlu göçe tabi tutulanlar tekrar yerlerine dönsünler" diyorlar
ve bunlar yerlerine dönüyorlar. Bu şekilde yerlerine dönenlerin sayısı
bir hayli yüksek.

Acaba Lozan'da ne oldu? Lozan ki bizim Türkiye Cumhuriyetimizin tapu
senedidir, Türkiye devletinin tapu senedidir. Bu tapu senedi
İngilizlere, Fransızlara, Avrupalılara kabul ettirilirken söz konusu
olan o Osmanlı tebaası olan Ermeniler nereye gitti? Lozan'da olan şey
şuydu: Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Lozan'a giden heyete tek bir
sayfa halinde bir talimatı vardı. Onlara verdikleri talimatta örnek
olarak; "Şu konu masaya sizin önünüze gelirse Ankara'ya soracaksınız. Şu
konu masaya gelirse kendiniz karar vereceksiniz, ama bir tek konu
vardı; Ermenilerin, eğer Anadolu'dan yurt isteme konusu masaya gelirse;
kalkıp, bavullarınızı alacaksınız, Ankara'ya döneceksiniz" Yani diyor
ki; "Bize dahi sormayacaksınız, döneceksiniz"

Dolayısıyla Sevr'den Lozan'a geçiş sürecini, eğer anlayamamış isek…

İkinci turda Lozan kısmına devam etmek üzere burada noktalıyorum.

OTURUM BAŞKANI- Evet, Sayın Özdemir'e teşekkür ediyoruz, aslında nereden
kalktık, nereye geldik diye insan düşünmeden edemiyor, çünkü geçenlerde
bir TRT İNT'te toplu tartışmadaydık, bir genç arkadaşımız; "Neden
korkuyoruz, bir Kürt devleti kurulsun, ne olur ki, başımıza ne gelir ki?
Ermenistan da kurulurken aynı korkuyu yaşadık, hiçbir şey olmadı" Evet,
Lozan'da böyle bir tavır var ve Lozan sırasında büyük Atatürk'e
soruyorlar, "Siz, bağımsız bir Ermenistan kurulmasına karşı mısınız?"
diyorlar. "Hayır, sınırlarımızın dışında kurulacak olan bir Ermenistan'ı
saygıyla karşılarız" diyor. O zaman Türkiye'nin ipleri büyük Atatürk'ün
elinde. Şimdi bir de geldiğimiz noktaya bakın, yavaş yavaş Kürt
devletinin kurulmasını toplumda kabul edilebilir göstermeye yönelik,
birtakım televizyon kanallarında yönlendirmeler başladı; çok uyanık
olmak durumdayız diye düşünüyorum. Tabii eğitim sistemimizde çok büyük
açıklıklar var. Hep, "Aman uzlaşmaz toplum görünümüne girmeyelim, o
üzülmesin, bu süzülmesin" derken geldiğimiz nokta bu.

Sadece Ermeni meselesi değil. Bugün üniversitede sorunuz, yabancı
literatüre girmiş olan bir kesfion doryon diye uluslararası sorun var.
Doğu sorunu, Şark meselesi. Sorun bakalım, üniversiteli
öğrencilerimizden kimler biliyor, nasıl biliyorlar, ne anlıyorlar?
Çeşitli zamanlarda sorduğunuz zaman; "Doğu, Güney, Güneydoğu ve Doğu
Anadolu'daki ağalık sistemi falan" deyip, kestirip atıyorlar. Böylesine
Batı'dan bize yönelik olan ve devam da edeceği, artık bütün
göstergeleriyle ortaya çıkan uluslararası projeler karşısında toplumu
bilinçlendirmezsek, yarın hazırlanacak tuzaklara çok çabuk düşeriz.

Evet, sözü değerli bir Büyükelçimize, bir başka Büyükelçimize; emekli
Büyükelçimiz Sayın Bilal Şimşir'e veriyorum. Kendisinin bir de başka
unvanı var, tarihçi kişiliği de var, çünkü yerli-yabancı arşivlerdeki
çalışmaları ve yayınlarıyla tanınıyor. Ben hemen sözü kendisine
bırakıyorum.
Buyurun Sayın Büyükelçi.

BİLAL ŞİMŞİR (Emekli Büyükelçi, Tarihçi)- Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Hemen unutmadan söyleyeyim: Atatürk 1925 yılında kayınpederi Muammer
bey'e bir aile sohbetinde "Son 10 yılda, -yani 1915'den,1925'e kadar
kastediyor- Türk milleti 8 milyon telefat verdi" Bu sözleri İzmir'deki
İngiliz Konsolosun kulağına gidiyor, ben de İngiliz belgelerinden
öğreniyorum. -bu belgeyi, İngiliz belgelerinde Atatürk diye benim 8
ciltlik bir kitabım var, onun 5'inci cildinde var- Sayın Büyükelçi Aktan
gayet yerinde bir saptamayla "Bu iş Balkanlar'da ve Kafkaslar'da
başladı, sonra Anadolu'ya kaydı" dedi, yani Türklere karşı yapılan
katliamlar.
Buna, ben de şu eklemeyi yapayım: Bu işin temelinde milli devlet
felsefesi yatıyor. Durup dururken katliam yapılmıyor. Bir milli devlet
felsefesi var, bu milli devlet felsefesinin en basite indirgenmiş şekli;
"Her milletin, etnik toplumun bir devleti olacak. Her etnik milli
devlet içinde yalnız bir millet olacak" Yani Yunanistan kurulursa yalnız
Yunanlılar olacak. Böyle olunca, yani bu radikal görüş böyle olunca;
oradaki Türkler'e ya yok olmak, ya def olmak düşüyor. Başka yolu yok.

Balkanlar'da bunun uygulaması, bunun çok acıklı uygulanması oluyor ve
Yunan ayaklanmasıyla Mora'daki 1821'de başlayan Yunan ayaklanmasıyla
-onlar bağımsızlık savaşı diyorlar- başlıyor ve çok feci bir şekilde
katliamlar yapılıyor. Orada yeterince askerimiz yoktu ve bizim halkımız
küçük küçük kalelere sığındılar ve teker teker o kalelerden anlaşmayla
teslim alındılar ve teslim alınır alınmaz hepsini katlettiler. Mora'nın
merkezi Treephollyche şehriydi. Treephollyche'de o tarihte 1821'de 35
bin Türk vardı, anlaşmayla teslim oldular. Çünkü aylarca aç kaldılar ve
teslim oldular, hatta teslim almak için şu şantajı da yaptılar: Kalenin
önünde bizimkilerin, kalenin içindeki olanların görebileceği yerde,
"Teslim olmazsanız hepsini öldüreceğiz" diyerek, teker teker 60 Türk'ü
öldürdüler. Bu manzaranın yanında 400 tane de Avrupalı subay var. Yunan
ayaklanmasını, biz yalnız Yunanlılar yaptı zannediyoruz.

Bütün Avrupa'dan Helenler, Fil Helenler, dalga dalga para yardımı, subay
yardımı, asker yardımı gönderdiler. Şu kitap "Drees my that grease my
steel be free" bu söz, İngiliz şairi Byron'un bir şiirinden alınmıştır.
Byron, Yunan ayaklanmasına katılmıştır ve orada hastalıktan ölmüştür.
Bunu yazan da gene bir Yunan dostu Flalen'dir, fakat bunun içinde Türk
katliamlarına dair korkunç, tüyler, ürpertici şeyler vardır. Mesela 9
Ekim 1821'de Treephollyche teslim alınıyor, aynı gün 10 bin kişi
katlediliyor. Zenginler bir tarafa ayrılıyor, onlardan hayatlarına
karşılık servetlerini, paralarını alma hesaplanıyor ve bir kısmı
"servetini nereye sakladın" diye işkenceyle öldürülüyor. Bir kısmı
kurtulmayı başarıyor, Hamdullah Suphi Tanrıöver'in sülalesi
bunlardandır. Suphi Paşa'nın sülalesi, bu para karşılığı canlarını
kurtarmış olanlardandır. Mısır'a gidiyorlar, Mısır'dan İstanbul'a
dönüyorlar, canlarını kurtarıyorlar.

Bu, bütün kasabalarda böyle devam ediyor. Navarin Ağustos 1921'de teslim
alınıyor ve katlediliyor. Bilmem Patras, Eğriboz, Zeytin, Lepantof
vesaire, say say bitmiyor. Mora'nın doğusunda upuzun bir ada vardır.
Eğriboz adası, şimdi buna Rumlar Kalkis Adası diyorlar, Venedikliler de
Negroponte diyorlardı. Bu ada silme Türk adasıydı, hepsi katledildi. Bu
katliamları ve bunu Avrupalılara gülerek anlattılar; "Türkler nerede
kaldı? Ay, Türkleri yuttuk" diye. Ben Tuna vilayeti Türklerindenim,
Şumnu sancağındanım. 1877-1878 savaşında benim dedem Tuna cephesinin
Karahasanköy muharebesinde şehit düşmüş. Onun kızı, babaannem; 8 yaşında
öksüz, yetim kalmış. Ben onun şeylerini dinledim, kulaklarımda hâlâ
çınlıyor. Mesela bir olay; bizim o bölgeden yaklaşık 50 küsur köy,
Ruslar gelirken göçe kalkışıyorlar, Ruslar Ziştoy'dan giriyor, batıdan,
bizim mıntıkaya göre batıda kalıyor. Batıdan Osman Pazarı'na doğru,
bizimkiler Osman Pazarı'na doğru yürüyorlar, Osman Pazarına gelince
ikiye ayrılıyorlar. Birisi Varna'ya gidelim, Varna'dan gemiyle kendimizi
Anadolu'ya, İstanbul'a kendimizi atalım. Bir kısmı güneyde Edirne'ye
ulaşalım diyorlar, Kazan geçidi var orada Kotel diyorlar, Kazan geçidi.
Bu 30 köyün ahalisi Kazan geçidine gidiyor ve bir tek kişi kurtulmuyor,
Kazan geçidinde Rus kazaklarıyla Bulgar çeteleri beraber şey ediyorlar,
yalnız henüz konuşma bilmeyen 1-2 yaşlarındaki küçük çocuklar alınıyor,
Tırnav'da Bulgar ailelerine dağıtılıyor ve bunlar Bulgarlaştırılıyor. Bu
olayı, bana çok sonra anlattılar. Oraya gelince bizimkiler
susuyorlardı, "Ne oldu?" Babaannemin bir lafı vardı, "Canımızı Edirne
kırığına atamadık ki, kaldık ki" Edirne kırığı dediği Trakya idi, Trakya
lafını bilmezdi, Edirne kırığı derdi; yani Edirne kırığına canlarını
atabilirlerse. Ama Edirne kırığına canlarını atanlarda nasıl oldu?



Bu işin nasıl organize edildiğini, ben üç yıl kitap yazdım. Sırf üç yıl
için, Rumeli'den Türk göçleri ve bu olayı anlatan, sırf bu olayla
ilgili, yani 93 Harbi'ndeki. Bu annemin anlattığı, ben sonra tarihçi
oldum güya, tarihçi olacağım, asistan oldum, bakıyorum, karıştırıyorum o
dönemin kitaplarını, işte Şıtka var, askeri tarihte Plevne var, siyasi
tarihte de Ayastefonos Anlaşması var, Berlin Anlaşması var. Bizimkiler
hiç yok, insan yok. Sanki boş bir alanda iki ordu savaşıyor, fakat insan
yok. Halbuki bunu araştırmayı yaparken de Fransa dedi. Fransızlar
tarihin sosyal tarafına bakıyorlar, mesela büyük ihtilalde Bastiy
zindanına saldırırken, şöyle bakıyorlar: "Vay o tarihte Bastiy
Bölgesinde ne kadar ekmek fırını vardı, ne kadar nüfus vardı, kaç kişi
açtı, nasıl yaşıyorlardı?" Bunları anlatıyorlar, halbuki bizde bu taraf
hiç yok ve Yunan ayaklanmasında, o Yunan ayaklanmasında bütün Mora'daki
Türkleri kılıçtan geçirdiler. Bizim ne sanatımıza yansımıştır, ne
edebiyatımıza yansımış, ne de tarihimize yansımıştır. Ver De Laukre diye
ünlü bir Fransız ressamı vardır, o savaşta, güya o da imajına hayalin
"Sakız Adası'nda Rumları katletmişiz" diye, "Sakız Katliamı" diye bir
tablosu vardır, Louvre Müzesinde sergilenir. Hani bizim tablolarımız?
Hani bizim edebiyatımız? Şair Azam Hamit, yarı uzun ömründe, mesela bir
örnek olarak söylüyorum, uzun ömründe 85 yıl yaşamıştır, Allah rahmet
eylesin, yarım asırda altı tane savaş görmüştür. Altı savaşta altı satır
yazmamıştır, ama Endülüs'ü anlatmıştır, Pencap'ı anlatmıştır, Tarık'ı
anlatmıştır, hayal dünyasında dolaşmıştır. Bu mudur edebiyatımız? Bu
mudur? Yani Rus edebiyatına bakıyoruz, Harp ve Sulh'u yazıyor, kendi
tarihinden örnek alıyor. Benim tarihim havalarda dolaşıyor, benim
edebiyatım. Müziğimde yok, edebiyatımda yok, kültürümde yok ve bu kitabı
da okuyan yok. "Kerpiç keper kitap yazılmıyor, Reedable Size'lı kitap
yaz da okuyalım" diyorlar.

Rusların bu 93 Muharebesini, 93 Savaşını 1877…Savaşını hazırlarken,
başka Türk-Rus savaşlarında olmayan bir şey yapıyorlar. Biliyorsunuz,
bir düzine savaşımız vardır Güney Türkleri olarak. Kazan Türkleri'nin de
25 tane savaşı vardır Ruslarla, bizim de 12 tane savaşımız var, ama
ötekilerde olmayan bir şey yapıyorlar. 76 yılında daha savaşa bir yıl
varken, Bulgaristan Mülki İdari Teşkilatı diye bir teşkilat kuruyorlar.
Bir taraftan Başkomutanlık var girecek, ama Başkomutanlığın yanı sıra
bir tane sivil örgütleme şeyi var. Bunun başında da gayet gaddar bir
Pandislavist adam koymuşlar, Prens Vladimir Çaykaski diye. Bunlar daha
savaş başlamadan önce masaya yatırıyorlar Osmanlı İmparatorluğu'nun Tuna
ve Edirne vilayetlerini. Tuna vilayeti, biliyorsunuz Balkanın
kuzeyinde, Tuna'yla Balkan Sıradağları arasında, Edirne vilayeti de,
Balkan Sıradağlarından Ege'ye kadar bölüm. Bir yatırınca şunu
görüyorlar: Tuna vilayetindeki nüfus 1130000 Bulgar var, 1125000 Türk
var Tuna'da. Güneyde Edirne vilayetinde ise, Bulgarların nispeti daha
az, Türkler daha da yoğun. Bir de toprak mülkiyetine bakıyorlar, toprak
mülkiyetini inceliyorlar, Tuna vilayetinde işlenebilen toprakların yüzde
75'i Türklerin elinde, yüzde 25 Bulgarların. Birinci prensip; "Böyle
bir yerde üniter bir Bulgar Milli Devleti kurulamaz" Bunu yazıyorlar,
Rus belgelerinden kendi konuşmalarından bunları inceledim. Fransa'da
bunların hepsini buldum, Rusçalarını da. Rusça, Bulgarca da biliyorum
ben. Onların orijinal kaynaklarından yararlandım.
Diyorlar ki; Prens Çaykaski "Bu nüfusu buradan ya def etmek lazım, ya
yok etmek lazım." Mutedil insanlar da var grupta. "Nasıl olur, olacak
şey mi, Avrupa ne der?" diyor. Çaykaski'nin aynen lafı "Avrupa'nın bana
söyleyeceği sigara dumanı kadar gelmez." Vız gelir, tırıs geçer demek,
yani Türkçe'si bunun ve ekliyor "Yumurta kırmayı göze alamayan, omlet
yiyemez" diyor ve devam ediyor "Tarihi anlarda, tarihi kararlar vermek
lazımdır. Türkleri, ilk akla gelen şey nüfus mübadelesi yaparsın, madem
ki kuracağın Bulgar devletinin içinde bu kadar Türkleri istemiyorsun,
güneydeki Bulgarları kuzeye al, kuzeydeki Türkleri de güneye
gönder."diyor, Bu kafalarında hiç yok. İki şey düşünüyorlar. Birincisi
ve uygulamaya da başlıyorlar; Tuna vilayetinden ve Edirne vilayetinden
Türkleri, Rusya içine dağıtmak. Bunun küçük çapta uygulamasına da
başlıyorlar. Savaşın ilk aylarında esir aldıkları askerlerle birlikte
sivil halkı da toplayıp gönderiyorlar. Buna Savunma Bakanı Milutın engel
oluyor. "35 milyon insanı sen sürebilir misin? Sen söyle olacak iş
miydi senin yapacağın şey?" diyor. Daha sonra sürgün kalıyor.

Bu defa bunları göç ettirmek. Ama göç ettirmek için de toprağına bağlı
bir insan, kitle kolay kolay göç etmez, yani kolay değildir bir insanı
göç ettirmek. Bir berber olsa, küçük sanatkâr; çantasını alır her yerde
sanatını icra eder. Ama toprağa bağlı kişinin göç ettirilmesi zor. Bunun
için üç aşamalı bir şey hesaplıyorlar. İlkönce Bulgar Gönül Tavırları
kuruyorlar, bunları silahlandırıyorlar; Türklerin üzerine bunları
saldırıyorlar, ama emin değiller, "Bulgarların gücü yetmez buna, bu
Türkleri buradan söküp atmaya" diyorlar.

İkinci aşama; Türklerin üzerine Don Kazaklarını salıyorlar. Don
Kazakları süvari ve mızraklı insanlar; bunlar büyük ordu birliklerinden
ayrılıp, 30 kilometre, 40 kilometre, 50 kilometre içerlere dalıyorlar,
köylüleri vuruyorlar. Bunun izahını da şöyle yapabiliriz diye
düşünüyorlar: "Bunların nasıl olsa başı bozuk, bunlar kontrolden çıkmış,
yani Başkomutanlık bunlara hükmedemedi falan" diye bunu tevhil etme
yolunu da önceden düşünüyorlar, ama bu da yetmezse o zaman büyük Rus
ordusu devreye giriyor ve Rus ordusu Türkleri defetmek için birkaç kere
devreye giriyor. Önce, bir gece yarısı Ziştovi'den Tuna'ya atlıyor
Ruslar. Tuna kıyısında bulunan Ziştovi kasabasındaki Türleri
temizliyorlar Rus Ordusu. Daha sonra birçok köy ahalisi Ruslar'dan
kaçarak Bela Ormanı'na sığınıyor. Rus Ordusu Bela Ormanındaki kitleleri
de temizliyor, ondan sonra daha büyük bir katliam 1878 Ocak'ında
Edirne-Harmanlı arasında büyük bir göçmen kafilesi Edirne'ye ulaşmaya
çalışıyor. -Yabancı gözlemcilerin, muhabirlerin tahminine göre 50-60 bin
insan var bu göç kafilesinde- General Burkov ordusu öncü kuvvetleri bu
kafileyi, bu kitleyi top atışıyla imha ediyor ve sonra da "Soran olursa,
bunları asker zannettik" diyor. Bazı fotoğrafları da, gravürleri de
yayınladılar o zaman.

Benim tahminim, tabii kesin rakam bulmak zor, biz Osmanlı istatistiğini
gerçek anlamda Cumhuriyet'te yerleştirdik. Parasının hesabını bilmeyen
hacı ağa gibi, nüfusunu da tam bilmeyen, sayımını suyumunu bilemeyen,
bir de o kargaşa içinde tam sayıyı tespit etmek zor, ama yabancı
belgelerde, -bu kitapların çoğu yabancı belgelere dayanıyor- benim
tespit edebildiğim kadarıyla, yani yaklaşık olarak 1.5 milyon kişi, yani
bunlar göç edenlerle birlikte, fakat yarım milyonu geçiyor.

Bana 15 dakika veriliyor, yalnız Ermeni meselesinde benim 16 cilt
kitabım var. Bunların adlarını söylemek bana yetmez.
Peki, teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Sayın Şimşir çok teşekkür ederim. 15 dakika değil, tam
20 dakika verdim size; çünkü o kadar heyecanlı ve güzel konuşuyordunuz
ki kesmeye kıyamadım.

Şimdi, Sayın Sarınay meslektaşımıza söz vereceğim 15 dakika tabii.
Devlet Başbakanlık Arşivi Genel Müdürü; arşivlerimizde bulunan
Ermenilerle ilgili çok değerli dokümanlar yayınladı cilt cilt. Böylece
Ermenilerin "Türkiye Cumhuriyeti arşivlerini açmıyor, çalışamıyoruz
falan" yaygaraları bir ölçüde bitirilebildi. Bilmiyorum bize karşı
yapılan katliamlarla ilgili çalışmalar oldu mu, yayınlar oldu mu? Şimdi
kendisinden bizzat bu konuları alacağız.
Buyurun efendim.

Doç. Dr. YUSUF SARINAY (Başbakanlık Devlet Arşivi Genel Müdürü)- Sayın
Rektörüm, değerli konuklar; bu dağıttığımız çizelge bizzat biraz önce
Hikmet Özdemir hocamın da bahsettiği belgeli, tutanaklara bağlı olan
katliamların listesidir. Hemen peşine de doğrudan tespit edilemeyen,
yani kimin öldürüldüğü tespit edilemeyenlerin listesi vardır, aşağı
yukarı tespit edilebilen sivil Türk'ün ölümü Anadolu'da bir milyon
civarındadır aslında. O gerçeğin altını çizdikten sonra konuma dönmek
istiyorum.

Efendim, çok değerli konuşmacılardan sonra söz almak benim için elbette
bir dezavantaj. Ben biraz teorik bir yaklaşımdan belgelere geçmek
istiyorum.

Hepimizin bildiği gibi, tarihin amacı sebep-sonuç ilişkisi içinde
olayları belgelere dayanarak, gerçeklere mümkün olduğu kadar yaklaşarak
ortaya koymak ve değer yargısını okuyucuya bırakmaktır. Hele yazılan
tarih geçmişi olduğu kadar, toplumların bugününü de ilgilendiriyorsa ve
de etkiliyorsa; çok daha dikkatli, çok daha objektif olmak zorundayız.
İşte bu, genel tarih metodolojisiyle olaya yaklaştığımızda bugün Batı'da
Ermeni ve Yunanlının gözüyle yazılan tarihler gerçekten bilimsel
temellerden ziyade, tamamen sübjektif bir zemine kaymaktadır. Bir
anlamda tarih, olayları belli bir sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ortaya
koyan, kendi içinde tutarlı olan bir bilim olmaktan çıkmış, Ermeni ve
Yunan propagandacılarının önyargılı birtakım Batılıların işlerine gelen
argümanları çekip çıkardıkları bir bilgi ambarı olarak kullanılmakta,
âdeta tarih tutsak edilmektedir. İşte şu anda tartıştığımız konu, bir
anlamda dünyada yaratılan bu suni tarihin bir sonucudur. Buna nereden
gelinmiştir? Elbette, 19-20'inci Yüzyıl dünyasında Batılı büyük
devletlerin, emperyalist devletlerinin Osmanlı İmparatorluğunu
parçalamak amacıyla yürüttükleri politika çerçevesinde ele alanların
azınlıkları, Gayrimüslimleri, o dönemdeki Gayrimüslimleri kullanmak için
yarattıkları Türk imajının bir sonucudur.

Burada İmparatorluğun içinde bulunan çeşitli ırk, dil ve inançlara sahip
topluluklar, bir yandan işletilen bu propagandanın konusu, diğer yandan
da yaratıcısı ve yapıcısı durumuna gelmiştir. Osmanlı ülkesindeki
çıkarları için bu toplumu kullanan Batılılar Osmanlı İmparatorluğunu
paylaşırken de; "Doğu'da kurtarılması gereken Hıristiyanlar var, Barbar,
medeniyetten yoksun Türklerin elinden bunları kurtarmak için bölgeye
gidiyoruz" propagandasıyla bütün dünyayı kandırmışlardır. Bu yaygın
propaganda, Birinci Dünya Savaşı sonunda vahşi, medeniyetten uzak Barbar
Türklerin önce Avrupa'dan, atılması, daha sonra da Anadolu'da
yaşamalarına dahi izin verilmemesi gereken bir toplum olarak tasvir
edilmektedir. Bunu maalesef Sevr'in hazırlık aşamasında, Paris Barış
Konferansı'nda, Londra konferanslarında açık bir şekilde görüyoruz,
İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Fransız Başbakanı Clamenson'un
söylemlerinde açık ve net bir şekilde görmek mümkündür.

1821-1922 arasında hemen hemen nüfusunun 1/5'şini kaybeden, büyük bir
kısmını ölümle kaybeden bir millet olarak kendi şehitlerimize,
ölülerimize karşı herhangi bir hak iddia edemeden; bir de dünyada
katliam yapan, değişik ulusları soykırıma uğratan bir toplum durumuna
düşürdü propaganda ağı bizi. Halbuki, baktığımız zaman Ermeni konusunda
durum nedir? 1915 Ermeni tehciri, bir defa Batılıların söylediği gibi
ihtimal dahilindeki bir isyana karşı yapılmış bir şey değildir, zaten
Van'da başlamış bir isyan vardır, Sarıkamış'ta Türk Ordusunun dağılması
üzerine Rus Ordusunun bu boşluktan ilerlemesi, hemen hemen tamamıyla
Ermeni komitacılarının, Ermeni gönüllü birliklerinin Rus Ordusuna
yaptığı öncülük ve rehberlikle biliyorsunuz, Rus Orduları Doğu
Anadolu'yu işgal etmiştir. İşte sevk ve iskân böyle bir ortamda karar
alınmıştır, kaçınılmaz bir karar olarak alınmıştır.

Diğer taraftan baktığımızda, zaten katliam ve soykırım için gerekli olan
siyasi, sosyo-psikolojik önyargılar, küçümseyici yaklaşım ve ifadeler,
ayrımcılık Osmanlı Türk kültüründe zaten yoktur. Batı'da var olan bu
ayrımcı, sömürgeci, asimilasyoncu yaklaşım eğer Osmanlı Türk kültüründe
olsaydı, 600 yıl içerisinde Türkiye'de Ermeni veya Rum'un kalmaması
gerekirdi. Galiba Batılı'lar kendi kültürlerinde varolan bu anlayışı bir
anlamda kendi suçluluklarını örtbas etmek, yanlarına Türkleri de alarak
belki de, günahlarını hafifletmek istiyorlar.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. 2duy3hj

Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. Empty
MesajKonu: Geri: Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar.   Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar. EmptyPtsi Mayıs 03, 2010 10:08 am

İşte, bu suçlamalara karşı Osmanlı Devleti gayet açık ve net bir şekilde
-olaylara girmeyeceğim, iki örnekle geçip diğer bölüme geçmek
istiyorum- daha Birinci Dünya Savaşı içerisinde gerçekten Ermeni
iddialarının araştırılması için, Birinci Dünya Savaşına katılmayan
Batılı Devletlere İspanya, Hollanda, Danimarka ve İsveç'e gönderdiği
notalarla gelip, bizzat olaylar daha yeniyken, -1918 sonu, 1919'dur- bu
olayların cereyan ettiği bu notaların verildiği sırada ikişer hukukçu
gönderilerek bizzat olayları yerinde tahkik etmesini ister, Ne yazık ki
İngilizlerin baskısıyla bu ülkeler hukukçu göndermez. Çünkü İngilizler
Anadolu coğrafyasında kışkırttıkları, yarattıkları olayların bizzat
kendilerinin suçlarının ortaya çıkmasından endişe ederler; İngilizler,
Fransızlar. Çünkü o sırada, hukukçuların geleceği sıra Fransızlar
Güneydoğu Anadolu'da, Çukurova'da katliamla meşgullerdir.
Bu teklifi Sadrazam Salih Paşa 17 Mart 1920 yılında tekrar etmiştir.
Üstelik bu defa İstanbul'daki itilaf devletleri yüksek komiserleri de
teklif etmiştir. Gene hiç kimse gelmemiştir. Bu girişimler belki o
günlerde başarılı olsaydı, belki de bugün bütün dünyada bu propagandalar
olmayacaktı. Zaten İngiliz ve Fransızlar o günün şartları içerisinde
malum;İstanbul'da bütün ileri gelenleri tutuklamışlar, bir kısmını
Malta'ya sürmüşler; Divanı Harpler'!de yargılamışlar, Sayın Büyükelçim
Bilal Şimşir bey'in değerli kitabı "Malta Sürgünleri"nde ortaya koyuyor.
Malta'dakileri yargılamak için, bırakın 2.5-3 yıl Osmanlı Arşivini
didik didik etmişlerdir, bunun bugün hâlâ izleri vardır, Amerika ve
İngiliz Arşivlerinde de belgeler aramışlardır, bu insanları suçlu
bulabilecek tek bir delile dahi rastlamamışlardır. Bu konuyu 1920'de
kapatan İngiltere, Fransa acaba bugün niye açmaktadır. Bunun üzerine
ciddi ciddi düşünmek lazım. O gün belge olsaydı zaten yargılayacaklardı,
bu insanları belki idam edeceklerdi hepsini.

Olayın bu cephesini de dikkate almak gerekir. Divanı harplerdeki bütün
siyasi baskılara rağmen bir katliam suçlusu bulamamışlardır. O günün
kavramıyla kullanıyorum, gerçi Sayın Büyükelçim artık soykırım kavramını
da kullanmaya başladı, ama ben henüz girmek istemiyorum orası farklı.
İşte olaylar böyleyken, biz bütün Türk milleti olarak suçlanırken,
madalyonun öbür yüzüne baktığımız zaman, yani objektif, arşiv
belgelerine baktığımız zaman; bu sadece Türk Arşivleri değil, Sayın
hocamız Hikmet Özdemir'in de Başkanı olduğu Komitenin bütün dünyanın
arşivlerinde yaptıkları araştırmalar var. Bütün belgeleri
karşılaştırdığımız zaman gerçekten, objektif olarak belgelere ve
olaylara bakılacak olsaydı, işte o zaman adalet sadece Ermenilerin
değil, Türklerin de çektiği acıları müfredata dahil etmeyi talep
edecekti.

İşte belgelere dayalı bu araştırmalar bize şunu gösteriyor: Bizim Genel
Müdürlüğümüzün yayınladığı birkaç yayından bahsedeceğim, diğer konular
çok geniş, zaman sınırlı. Bizzat belgelere dayalı olarak büyük bir
kısmının ismi, soyadı dahil, köyü, soyu sopu her şeyi bellidir, kim
tarafından öldürüldüğü bellidir, çünkü tutanaklara bağlanmış. Doğrudan
delilli olan 523 955'tir, bizzat delille tespit edilen rakam ise 500
bin.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Tarih'te Türk'lere YApılan Katliamlar.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: Kültür & Sanat-
Buraya geçin: