hukuk.forum.st
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

hukuk,hukuki,adliye,dava,müvekkil,hukuk haberleri,avukat,savcı,hakim,forum
 
AramaLatest imagesAnasayfaKayıt OlGiriş yap

 

 Ölümsüzlük Mümkün mü?

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Jensen
Hukuk Forum
Jensen


Giriş Tarihi : 30/03/09
Yer : İstanbul
Yaş : 34
Mesajlar : 14824
Rep Puanı : 14472
Rep Gücü : 6503
Ölümsüzlük Mümkün mü? 2duy3hj

Ölümsüzlük Mümkün mü? Empty
MesajKonu: Ölümsüzlük Mümkün mü?   Ölümsüzlük Mümkün mü? EmptyPtsi Nis. 19, 2010 11:35 am

Kriyobiyoloji
(Canlı Dondurma Bilimi)


[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]


İhtiyarlığı önleyip “ölümü-
öldürmek”
mümkün değildir, ancak yaşlanmayı geciktirip ölüme geçici
bir hayat rengi vermek genetik bilimdeki gelişmeler ışığında mümkün
gibi görünmektedir. Kriyobiyoloji, yani canlıları bir müddet
dondurduktan sonra hayata döndürme bilimi, bunun için uğraşmaktadır.
Eskiden beri soğukta kalan cesetlerin çabuk bozulmadığını gören
insanlarda ,ölümden hemen sonra kişinin vücudunu dondurmak, gelecekte
bunu eriterek canlandırmak ve yaşayabilecek bir hale getirmek fikri
oluşmuştu.


Donmuş bir vücut üzerindeki
değişiklikler , uzun süre tabiî olarak donmuş bir halde kaldıktan sonra
buzları çözülen cesetlere çalışmalardan gelmiştir.
Hehnemann Üniversitesi'nde patolog olarak görev yapan Michael Zimmerman
bu konuda bazı çalışmalar yapmıştır. Alaska'nın donmuş karalarından
çıkarılan insan ve hayvan cesetlerini inceleyen Zimmerman, 1970'lerde
bulunan bir tüylü mamuttan arta kalanlar üzerinde bir otopsi
gerçekleştirmiştir. Radyokarbon tarihleme metodu yardımıyla mamutun
yaklaşık 21.000 yıl önce ölmüş olduğunu ve ardından büyük miktarda karın
altında kaldığını tespit etmiştir. Ancak 200 yıl kadar sonra, vücut iyi
muhafaza edilmediği için dokular bozulmuş, geriye ancak bir miktar kas
dokusu kalmıştır. Daha sonra 1984'de Zimmerman ve meslektaşları, Kuzey
Buz Denizi'ne nazır bir kayalıkta inşa edilmiş bir evin enkazı altında
beş insan cesedi buldular. 470 yıl önce bu insanlar buzulların
üzerlerine çökmesiyle birlikte can vermişlerdi.


Cesetlerden üçünün ancak
kemikleri kalmış, diğer ikisi ise oldukça iyi muhafaza edilmişti. Her
ikisinin de kadın olduğu anlaşılan bu insanlardan biri, 20-25 yaşlarında
ölmüştü. Zimmerman bu cesedin göğüs kafesinin içinde, alyuvarlarda
oksijen taşıyan kimyevî madde olan hemoglobinin bulunduğunu keşfetti.
Yaklaşık 500 yıldan beri bu madde bozulmadan kalmıştı.


40 yaşlarında olan kadının
vücudu ise, diğerine göre çok daha iyi korunmuştu. Anlaşılan öldükten
hemen sonra donmuştu. Zimmerman bu kadının öldüğü gün neler yediğini ve
ölmeden önceki sağlık durumunu bile tespit etti. Kadında süt salgılama
emarelerine rastlandı. Anatomik delillere de bakılarak ölmeden 6 ay
kadar önce bir çocuk dünyaya getirdiği belirlendi.


Cryonics Society ve Life
Extension Society (Hayatı Uzatma Cemiyeti) gibi birçok kurum tarafından,
kriyojenik ambarlarda depolanan dev termosların içinde ölümlerinin bir
kısmını geçirmek isteyenler için uygun ortamlar hazırlanmıştır.Bu yolu
genellikle ölümcül hastalığı olanlar tercih etmektedirler.


İnsan vücudu ölümden birkaç
dakika sonra bozulmaya başlar. Bu yüzden kadavra dondurmakla sorumlu
amatörler her an tetikte olmak zorundadırlar. Kadavra yakınında bir
kalp-akciğer makinesi yoksa dolaşımın devam etmesi için sunî solunum ve
hâricî kalp masajı yapmaları söylenmektedir. Daha sonra vücuda kan
pıhtılaşmasını önleyici heparin enjekte etmeleri ve buz torbalarıyla
vücudu yaklaşık 10°C'ye kadar soğutmaları da tavsiye edilmektedir.


Eğer bunları yapmayı
başarabilirlerse sıra vücudu DMSO veya gliserol ihtivâ edip damara nüfuz
edebilen bir solüsyonla bir saat kadar ovmaya gelmiştir. Bu iki kimyevî
madde, hücrelerde buz kristallerinin oluşmasını engeller. Buz
kristalleri hücre zarlarını parçalayarak dokuları tahrip ederler.


Bu işlemlerden sonra vücut
dondurulmak için hazırdır. Ceset battaniye ve kuru buzla sarılabilir.
Kuru buz, donmuş karbondioksitten başka bir şey değildir, ancak bu madde
vücudu -65°C dereceye kadar soğutacaktır. Bu süreçteki son safha
vücudu, sıvı azotla dolu tabut şeklindeki bir kapsüle dikkatle
yerleştirmektir (Zira dikkat edilmez de vücut düşürülecek olursa
kırılabilir). Sıvı azot, vücudu -160°C dereceye kadar soğutacaktır. Bu
işlemler için yaklaşık 24.000 dolar gerekmekte,yetkililerin koruma işini
aksatmayacağı, sıvı azotun her dört ayda bir yenileneceği farz edilse
bile sosyal ve yasal problemler bitmemektedir. Bu tür problemlerin bir
kısmını çözmenin yolu, öldükten sonra değil de, hayattayken vücudu
dondurmaktır. Ancak yaşayan bir kişiyi dondurmanın da bazı handikapları
mevcuttur.


Çeşitli kazalar ile tespit
edebildiğimiz sonuçlar bulunmaktadır. Chicago'lu bir kadın 1951 yılında,
kaldırımda sarhoş bir halde bulundu. Bütün gece orada kalmıştı. O gece
sıcaklık, -11°C'ye kadar düşmüştü. Bulunduğunda solunumu neredeyse fark
edilmeyecek durumda, nabzı da olması gerekenden 3 kat daha azdı. Ancak
kadın, normal hayata döndü.


Birçok kriyoniks derneğinin
üyelerinin inandıkları gibi onlar da şu anda tedâvi edilemeyen
hastaların bu yolla muhafaza edilerek gelecekte tedâvi
edilebileceklerine inanmaktadırlar. Tek fark insanların öldükten sonra
değil, ölmeden önce dondurulmalarıdır.


Vücudu dondurmak ise
(bilhassa mutlak sıfıra yakın bir derece olan -237°C'de) vücuttaki
moleküllerin hareketlerine son vermektedir. Dondurma, vücudu bozulmaktan
muhafaza eder (Buzdolabına ve buzluğa konulan etlerin bir ay sonraki
hali arasındaki fark bunu gösterir). Gerçi bozulma tamamen ortadan
kaldırılmış değildir, ancak o kadar az miktardadır ki, yok denilebilir.


Şu ana kadar yapılan şey,
vücudun belirli organlarını dondurmak olmuştur. Ancak ortaya çıkan
problemler bütün vücudun dondurulması halinde görülebilecek olanlarla
benzerlik göstermektedir.


1918'de İngiltere'deki Tıp
Araştırmaları Millî Enstitüsü'nden Audrey Smith ve meslektaşları, canlı
kurbağa veya horoz spermlerine gliserol ilave edilip -43°C derece kadar
soğutulduğunda ve tekrar eritildiğinde hayatta kaldıklarını gördüler.
Smith'in keşfinden sonra alyuvarlardan spermlere kadar hemen hemen her
türlü insan hücresi başarılı bir şekilde dondurulup eritildi. Ayrıca
aynı teknik canlı dokular üzerinde de uygulandı. Deri, gözün kornea
tabakası ve bazı salgı bezleri haftalar boyunca dondurularak tekrar eski
durumlarına getirildiler. Ancak teknik, bütün bir organa uygulanınca
işler değişti.
Son yıllarda çoğu kriyobiyolog, anestezi edilmiş hayvanlardan alınan
böbrek ve karaciğer gibi canlı organları dondurup eriterek eski haline
döndürmek için çalışmaktadır. Ancak pek başarılı oldukları söylenemez.
Canlılığını yitirmeyen organlar, mükemmel şartlarda ancak birkaç dakika
dondurulanlardır. Bir saatten daha uzun bir süre dondurulan organlar ise
hayâtîyetlerini yitirmişlerdir.


Organların muhafazasında
hücrelere oranla çıkan problemlerin temelinde: Organların, hücre veya
dokulardan çok daha kompleks olması yer almaktadır. Vücudun hücreleri
veya çoğu dokusu, donmuş bir halde muhafaza edilebilir, zira bu
hücrelerin büyük bir kısmı çevreyle doğrudan irtibat halindedir. Bu
yüzden bir bütün halinde dondurulup eritilebilirler. Organların ise
ancak bir kısım hücreleri çevreyle aracısız temas halindedir. Bu sebeple
bir tarafları diğer taraflardan daha hızlı donar. Eşit olmayan bu donma
yüzünden bütün organ tahrip olur.


Organın hücre ve dokulara
göre boyutlarının büyük olması, gliserol ve DMSO gibi koruyucu kimyevî
maddelerin donma gerçekleşmeden önce bütün hücrelere erişmesini
engeller. Aynı şekilde erime anında organdan bu maddelerin arındırılması
da güçleşir. Eğer bu kimyevî maddeler bütün hücrelere ulaşamaz veya
süreç sonunda organdan uzaklaştırılamazsa organ ölür. Ayrıca bu tür
maddelerle organı muhafaza etmeye çalışmak da risklidir. Miktarlarındaki
artış hücreler için zehirleyici tesir yapabilir. Bu yüzden karaciğer ve
böbrek gibi organların muhafazasında kullanılan maddelerin miktarına
çok dikkat edilir.


Öte yandan dokular tek tip
hücreden teşekkül etmiştir ve bu hücrelerin hepsi aynı anda donar.
Organlar ise muhtelif hücrelerden oluşmuştur. Her bir farklı tip hücre,
farklı bir sıcaklıkta donar. Bu yüzden kriyobiyologlar gerek dondurma
gerekse eritme süreçlerinde geçen sürelere çok dikkat etmek
zorundadırlar.


En son problem ise en güç
olanıdır. Dokular ve hücreler donduklarında bilim adamları, hücre
zarlarının dışında bir miktar buzun teşekkül edeceği beklentisi içine
girerler. Gerçekten de bu buzlar görülür ve kimse onlara o kadar fazla
ehemmiyet vermez. Ancak bu buzlar bir organın içinde ortaya çıkarsa
ciddî bir durum söz konusudur. Organlar son derece düzenli yapılardır.
Tek tek hücrelerden meydana gelmiş olmasına rağmen bu hücreler bir araya
gelerek kompleks yapılar oluştururlar, bu yapılar da başka hücrelerle
irtibat halindedir. Buz bu yapıları bozarak organı tahrip eder. İşte
bütün bu problemler yüzünden ölülerin dondurulması çalışmalarından
şimdilik pek başarı beklenmemektedir.


Hastahanelerde donmuş
organlara duyulan ihtiyacın ne kadar çok olduğu bilinir. Eğer muhafaza
işlemlerinde zaman sınırı olmasaydı, organ transplantasyonları çok daha
başarılı olacaktı. Doktorlar da organ vericisinden alıcıya
koşuşturmaktan kurtulup, plân yapmak için daha fazla zaman bulacaklardı.


Kriyobiyoloji teknolojisi
iki yeni teknoloji ile de irtibat halindedir. Bunlar in vitro
(metabolizma dışında yapılan) döllenme ile embriyo transferidir. İn
vitro döllenme (veya tüp bebek ) sperm ve yumurtanın rahim dışında,
genellikle cam bir kapta bir araya gelmesini mümkün kılar. Daha sonra
zigot, rahme yerleştirilir. Embriyo transferinde ise embriyo, bir
uterustan diğerine aktarılır. Bu iki işlem sayesinde kısır insanların
çocukları olabilir.
Kriyobiyoloji, bir kadının yumurta hücrelerinin belli bir müddet
dondurularak saklanabileceği fikrini de doğurmuştur. Yani ilk kez, bir
kadının yumurtalarından bir kısmını dondurup bunları gelecekte kendisine
yerleştirmek mümkün gözükmektedir. Öte yandan ikiz doğurmak isteyen,
ama ikisini de aynı anda doğurmak istemeyen bir kadının yumurtalarından
biri alınıp dondurulabilir. Birinci ikiz doğduktan sonra ikincisine ait
yumurta eritilerek annenin uterusuna yerleştirilebilir.


Organ nakliyle insanların
hayatlarını uzatmak fikri uzun zamandan beri gündemdedir. 3 Aralık
1967'de, Güney Afrika'da, Dr. Christian Neethling Barnard, 25 yaşındaki
bir kadının kalbini, 54 yaşındaki bir kadına başarıyla naklettiğinden
beri organ transplantasyonları neredeyse sıradan operasyonlar hâline
gelmiştir. 20-30 yıl içinde hemen hemen bütün organlar nakledilmeye
başlanmıştır. Bu transplantasyonlarda organlar genellikle genç
vericilerden alınarak daha yaşlı olanlara nakledilirler. Bu organların
daha genç olmasının, ameliyat edilen hastanın hayatını olumlu yönde
etkileyeceği açıktır.


1980'li yıllarda
Mexico'daki doktorlar, iki Parkinson hastasını, kendi adrenalin
guddelerinden aldıkları doku parçalarını beyinlerine naklederek tedavi
etmeyi başardılar. Adrenal guddelerinin iç kısmında yer alan adrenal
medulla dokusu, bu hastaların beyinlerinde bulunmayan kimyevî bir madde
olan 'dopamin' üretir. Bu madde, adrenalin ve norepinefrine ilaveten
ihtiyaç duyulan bir transmitterdir. Bu nakiller, 1982'de İsveç'te
yapılan bir adrenal transplantasyonunu takiben yapılmıştır.


Ancak adrenal
transplantasyonları, Parkinson hastalığı tedavisinde sadece ilk
safhadır. İkinci safhada bir fetus (anne karnındaki bebek)un beyin
dokusu, yetişkin hastaya nakledilir. Fetusa ait bu doku gerçekten
mükemmeldir. Yetişkin bir hayvanın beyninin bir kısmına transplant
edilen fetal doku, çevresindeki hücrelerin kimliğine bürünür ve diğer
beyin bölgelerine sinir lifleri göndererek gerekli bütün irtibatları
sağlar.


Fetal hücrelerin bunu,
hasar görmüş beyin dokusu tarafından salgılanan belli kimyevî unsurlara
kilitlenerek ve bu "koku"nun en yoğun olduğu yerlere sinir
liflerini göndererek yaptığı tahmin edilmektedir. Bu lifler, hasarlı
beyin dokusuna doğru giderken, fetal hücreler bu bölgeyle normalde
birleşik durumda bulunan hücrelerin kimliğine bürünürler, hattâ bu
hücrelere ait gerekli taşıyıcı kimyevî maddeleri bile üretmeye
başlarlar. Sonuçta fetal hücreler, eski hücrelere ait bir kıtlığın
olduğu bölgelere doğru hareket ederek beynin bu hasarlı bölgesindeki
hücrelerle gerekli irtibatları kurarlar. Belki de Alzheimer, Parkinson
gibi başlıca beyin rahatsızlıkları ile omurilik yaralanmaları bu şekilde
canlı fetal dokular kullanılarak tedavi edilebilecektir.


Beyne yapılan bu "aşılama"
benzeri doku nakilleri, kan-beyin bariyeri sebebiyle oldukça az
etkilidir. Birçok maddenin ve hücrenin beyne ulaşmasına engel olup beyni
zararlı tüm mikroplardan koruyan bu bariyer, aynı zamanda bu aşılanan
parçayı da sınırlı olarak geçirir. Bu da beyni bağışıklık yönünden
tecrit edilmiş bir bölge hâline getirir. Bu yüzden beyin dokusu
nakilleri genellikle reddedilmez.


Kriyobiyoloji ve embriyo
transferi bir insanın kendi zigotuna ait birkaç hücreyi alıp dondurarak
saklamasını mümkün kılmaktadır. Bu insanın yaşlandığında bu hücrelerden
birini eriterek bir vekil annede büyütmesi, sonra da hasar görmüş beyin
hücrelerinin yerine bu embriyonun taze beyin hücrelerini aktarması
muhtemeldir.


Ancak insanlar yaşlanmayı
yavaşlatmak veya vücutlarının biyolojik saatlerini değiştirmek
istiyorlarsa işe vücudun genetik şifrelerinin yer aldığı DNA'lardan
başlamalıdırlar. Genetik bilim sayesinde hücrelerin genlerini ayırıp
tekrar birleştirmek mümkün olmaktadır.


Genetik mühendisleri DNA
üzerindeki çalışmaları ile insan insülini ve büyüme hormonu üreten eden,
sızan petrolü parçalayabilen bakterilerle, virüslerin genlerine ev
sahipliği yapan bitkiler üretmeyi başardılar. Bu tür yabancı genlerin,
bitkileri hastalık ve böceklere karşı daha dayanıklı yaptığı görüldü.

Birçok laboratuar, gen işaretleyicilerini kullanarak çok sayıda ırsî
hastalığın sorumlusu genleri keşfettiklerini ilan etmişlerdir. Gen
işaretleyicileri, aynı kromozom üzerinde yakınlarda bir yerde bulunan ve
bir aileye ait soylar boyunca araştırılan geni izlemek için bayrak gibi
kullanılan, düzensiz hareket eden genlerdir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Ölümsüzlük Mümkün mü?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
hukuk.forum.st :: Kültür ve Sanat :: Enteresan Olaylar-
Buraya geçin: